29 May 2007

Platon

PLATON
Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Platon’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Platon, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Platon ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Platon bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.
Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Platon’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Görüşleri İslam ve Hristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.
Platon, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Platon çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.Platon, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Platonculuk akımına neden olmuştur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa'da Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.

Yunan felsefesinin ilk döneminde başlıca doğa sorunları ile uğraşılmıştır. İkinci dönemde her şeyden önce insan sorunu ele alınmıştır. Üçüncü dönemde ilk iki dönemden elde edilen bilgilerin sentezine gidilmiştir. Bu dönemin ve ilk çağın en büyük iki düşünürü Platon ve Aristoteles’tir. Bilgilerin kapsayıcı bir felsefe öğretisi içinde sistematikleştirilmesi Platon ile başlamış ve Aristoteles ile en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Platon'un felsefesini, beş önemli kuram içersinde toplamak mümkündür. Bunlar, “bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “evrendoğum” (Cosmogonie, Cosmogony - Evren'in oluşumunu inceleyen bilim dalı) ve “devlet” ile ilgili kuramlarıdır. Platon, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlakçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Platon'a göre felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.
Platon, elli yıllık uzun bir süre boyunca bu kuramsal yapıyı düşünmüş, ilintili felsefi meselelerle didişmiş ve bu arada görüşlerini düzeltip olgunlaştırmıştır. Bu yüzden Platon felsefesinin incelenmesi açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip ederek, öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır.
Platon, Sofistlerin dünya görüşüne karşılık tam bir Sokratesci olarak ‘iyi kavramı’ ile çıkar. ‘İyi’ ye dayanan bilgi yolu ile iyiyi gerçekleştirmiş olan doğru yaşayışa kesin olarak bağlanması Platon’u yeni bir sorun karşısında bırakmıştır ki, bu da idea öğretisine yol açmıştır. ‘Doğrunun araştırılabilmesi, böyle bir olanağın bulunması’ sorununu, ruhun ölümsüzlüğü ile çözer Platon. Ruh ölümsüzdür, bir çok defa yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzü ve Hedes’de her şeyi görmüştür. Ruh doğada, yeryüzünde gördükleri ile bir anımsama sürecine girer. Ruhta doğru tasavvurlar önce bilinçsiz bir halde bulunur, rüya gibi kımıldanır. Uygun sorularla ve araştırmalarla sonunda aydınlak bir bilgi haline gelir. Bu anlayış ile Platon felsefesinin iki ana görüşünü belirtmiş olur.
Metafiziksel İkilem
İdealar Dünyası Göreceli Dünya
Kalıp (önceden düşünülmüş) Gölge tasarım
Platon’a göre yaşadığımız evren gerçek bir evren değil, bir hayal evrenidir. Kendini duyularımıza sergileyen göreceli dünya, idealar dünyasının tasarımıdır. Duyular dünyasının gerçeklik derecesi, idealar dünyasındakinden daha azdır, biri asıl, öteki de bunun kopyasıdır. Degişmez değişir, yok olur
Duyulur dünya, idealar dünyasına alt güdümlüdür (belli bir ereğe göre yürütülen) ya da onun altındadır. Dahası, göreceli dünya, idealar dünyasına karşılık düşmek için sürekli bir çaba içindedir. İdealar dünyası Parmenides’in sürekli varlığı gibi her zaman varlık durumunda iken, göreceli dünya Herakleitos’un akışı gibi sürekli oluş durumundadır. Yine de tamamlanmışlık, süreklilik, eksiksizlik durumuna hiç bir zaman erişmez. Duyussal dünya idealar dünyasının yalnızca bir gölgesidir.
Platon’a göre gerçek olan güzel kadın değil, güzelliktir. Güzellik ya da güzel kavramı her türlü güzel olan nesneden çok daha gerçektir. İdea saltıktır, oysa o idea ile ilgili nesnede, o ideadan alınmış sadece küçük bir parça vardır.
Duyular dünyası uzay zaman sınırlamaları altında dururken (uzay ve zamanda kapalı ya da tutsakken) idealar dünyası ise uzay ve zamanı aşar, uzaysal ya da zamansal sınırlamalardan özgürdür. Zamanın kendisi maddi dünyanın yaratılışıyla başladı ama tüm yaratılmış şeylerin en güzeli bengidir.
Varolan’ın tanımına, dayanarak (var olmak için kendisinden başka bir şeye gereksinimi olmayan), idealar dünyasının varolan, duyular dünyasının varolmayan olduğunu söyleyebiliriz. İdealar dünyası vardır. Duyular dünyası yoktur.
Platon’a göre mutlak değişmez olan şey fiziksel bir ham madde değildir. Mutlak ve değişmez olan şey tüm şeylerin ona benzeyerek oluşturduğu bir takım tinsel ya da soyut örnek resimlerdir. Duyularla algılanan cisimlerin karşısında cisimsel olmayan idealar vardır.
İdealar bize dışarıdan gelmezler. Dışarıdaki maddesel bölgeler bizlere onları hatırlatarak, onları uyandırırlar. Bu yüzdendir ki bilgilerimizi duyularımız yoluyla maddelerden aldığımızı sanmaktayız. Bu bir kuruntudur. Gerçekte maddeler evrensel usdaki örneklerine göre biçimlenmişler, sonra da bize görünerek anlıklarımızda uyuyan assıllarını uyandırmışlardır. Niçin ? Çünkü gerçek olan süreklidir, kalıcıdır. Sürekli ve kalıcı olan maddeler değil düşüncelerdir. Göreceli dünya, duyular tarafından algılanan, dokunulabilir bir dünya iken, idealar dünyası us yolu ile kavranan, dokunulmaz bir dünyadır.
Platon, etrafımızda gördüğümüz, dokunduğumuz her şeyin kalıcı olmadığını düşünür. Duyularımız ile algıladığımız ve sürekli değişen şeyler hakkında kesin bir bilgiye sahip olamayız. Aklımız ile kavradığımız şeyler hakkında bir bilgiye ulaşabiliriz. Soyut düşüncelerimizin karşılıkları olan, süreklilikleri bakımından, gerçek saydığımız varlıklardan çok daha gerçek bulunan bu idealar gittikçe genelleşerek en tepeye, sonuncu ideaya kadar çıkar. En yüksek idea iyinin ideasıdır. İyinin ideası Tanrıdır. Tanrı en yüksek iyiliktir. Erdem Tanrıya benzemektir. Kötülükler iyiliklerin zorunlu karşılığı olduklarından yok edilemezler. Şu halde insan bu kötülük ocağından kaçmaya, Tanrıya yaklaşmaya çalışmalıdır.
Platon idea terimini bir nesnenin sınıf adını ya da türünü belirtmek için kullandı. Ama daha sonra anlamlandırmasını, nesnenin kalıcı özü, en son gerçekliğini, ilksel varoluşunu, kendisine evrendeki her tikel nesneye karşılık düştüğü bir ilk örneği, arkhe tipini simgelemek üzere değiştirdi. Nesne yalnızca bu özün bir belirtisi ya da ideaya benzemeye çalışandır.
Hangi kavramlar idea sayılacaktır ?
Platon idea öğretisinde her şey için bir idea kabul eder. Düşünülenler, nesneler, orantılar, doğal ve yapma şeyler için, iyi için olduğu gibi kötü içinde, güzel - çirkin ve yüksek - alçak için de idealar vardır.
Şeylerin idealarla bağlantısı nasıl olacaktır ?
Duyular dünyadaki nesneler nasıl oluyor da duyulur üstü bir dünya ile, buradaki idea denilen gerçek varlıkla bir bağlantı kurabilir ? Platon öğretisini anlatırken bu soruya açık bir yanıt vermemiştir. Çünkü ideaların nesnelere önceliği, zamansal bir öncellik değil, mantıksal bir öncelliktir...

Dharma - Karma - Reenkarnasyon

Dharma - Karma - Reenkarnasyon
Yazan Pandora
Dharma; evrenin değişmez kanunlarına ve adaletine verilen addır. Başka bir deyişle orta yoldur. Evrenin ve insanların bir dharması vardır.İnsanın kendi dharmasına “Svadharma” denir. Olması gereken orta yoldan sapmalar olunca dharmadan uzaklaşılır ve bu bazı olumsuzluklara neden olur.
Dharma’nın dışına çıkınca karmalar oluşur. Karmik yasa; etki-tepki yani nedensellik yasasıdır. Doğada fiziksel etki-tepki prensipleri nasıl geçerliyse, insan da doğanın bir parçası olduğundan; bu kural insanoğlu için de geçerlidir. İnsanlar da doğal düzene tabidir. Günümüz insanının en büyük yanılgısı, kendisini doğadan ayrı görmesi, onun yasalarına karşı gelmesi ve tüm doğanın insanlığın hizmetinde yönetilebilen bir şey olduğunu düşünmesidir. Bunun böyle olmadığı, en basit bir örnekle yaşanan doğal felaketlerle görülebilir. İnsanlık bu düşüncesinden dolayı doğayla adeta savaşarak, kendi yaşadığı yerin sonunu hazırlamaktadır.
Karmayı anlamak için, düşüncelerin somut şeyler olduğunun farkına varmamız gerekir. İlk evren maddeden değil, kozmik şuurdan oluşmuştur. Madde, düşünce gücüne insanların fark ettiğinden daha fazla karşılık verir. Çünkü irade gücü enerjiyi yönetir, enerji de karşılığında maddeye tesir eder. Madde gerçekten enerjidir. İrade ne kadar güçlü olursa, enerjinin kuvveti o kadar büyük olur ve sonuç olarak enerjinin maddesel olaylar üzerindeki etkisi de o oranda büyük olur. Bir eylem, eylemin arkasındaki enerji tipine ve gücüne tam olarak karşılık veren bir tepkiyi evrenden davet eder. Enerji , manyetik bir alan oluşturur. Bu manyetik alan, eylemin sonuçlarını kendine çeker.
Ego şuuru, bir kişinin hareketlerinin, kendisi için kişisel sonuçları olacağını garantiler. Eğer çabuk sonuçlar almak için bir düşünceye veya eyleme neden olan irade gücü yeteri kadar güçlü değilse ya da hamlesi birbirine zıt diğer enerjiler tarafından engellenirse, bu sonuçlar gecikebilir. Bununla birlikte er ya da geç bedenin olsun, düşüncenin olsun ya da arzunun olsun; hareketin son tepkimesini biçmesi gerekir. Bu, kendini tamamlayan bir çember gibidir. Zaman unsurundan dolayı tepkileri alması gecikebilir. Birey, bir takım güçler yayar, bu güçler evrende bazı direnç katmanlarına çarparak bireye geri yansır. Bazıları çevrenin etkisiyle geciktirilir, bazıları diğer kuvvetlerle karışır ve etkisizleşir veya bir şekilde yönünü değiştirir; fakat sonuçta öyle ya da böyle bireye ulaşır.
İnsan sadece karmanın belirlediğini yaşamaz; sürekli kendisi de karma oluşturduğundan; geleceğinin büyük kısmının henüz şekillenmediği ve belli olmadığı söylenebilir.
İnsanlar nadiren kendi hareketlerinin kötü olduğunu düşünürler. Yaptıkları ne olursa olsun, onlara iyi niyetli gibi görünür. Eğer diğerlerine ve böylece varlıklarının daha derin seviyesinde uyumsuzluk yaratırlarsa; bu uyumsuzluk dalgaları uyumsuzluk şeklinde kendilerine geri dönecektir. Her hareket, her düşünce karşılığında oluşan ödüllerini biçer. İnsanın acı çekmesi, Tanrı’nın insanoğluna olan öfkesinin işareti ya da Tanrı’nın insanlar için önceden hazırladığı bir senaryo değildir. Acının, insanoğlunun ilahi yasa yani dharma hakkındaki bilgisizliğinin bir işareti olduğunu söylemek daha doğru olur. Yasa, işleyişinde sonsuza dek şaşmaz.
Eğer mutsuz isek; bu sadece mutsuzluk ektiğimiz anlamına gelir. Başka kimse bizim için mutsuzluk yaratmaz. Elbette ekmekle biçmek arasında bir boşluk vardır ve bu boşluk nedeniyle başka birinin sorumlu olduğunu düşünürüz ya da başımıza gelenlerin nedenini bir türlü anlayamayız. Bu boşluk bizi yanıltır. Geçmişte kendimizin ne yaptığımız hakkında hiç bir fikrimiz yoktur ve aniden birşey biçmemiz gerektiğinde ve bunu nereden geldiğinin anlayamadığımızda doğal olarak dışarıda bir neden aramaya başlarız. Eğer bir neden bulamazsak birşey icat ederiz. Fakat tüm karma teorisi budur yani ne ekersek onu biçeriz.
Yaşamımızın tüm sorumluluğunu üzerimize almamız gerekir. Başlangıçta “Bu cehennemin nedeni benim” düşüncesini kabul etmek zordur. Fakat bu kabul edilirse çok geçmeden bu değişim kapılarını açmaya başlar ve kendi cehennemimizi yaratabiliyorsak,cennetimizi de yaratabileceğimizin farkına varırız. Sorumluluk özgürlük getirir, yaratıcılık getirir. Her ne isek bunu kendimizin yarattığını gördüğümüz an, tüm dış nedenlerden ve şartlardan kurtulmaya başlarız.
Bireysel karmalar olduğu gibi toplumsal karmalar da vardır. Fiziksel ya da zihinsel olsun, bir birey ya da bir grup, bir millet ya da milletler grubu tarafından yapılmış olsun, karma eylemdir. Bir bireyin kitle karmasından etkilenip etkilenmemesi kendisinin bireysel karma gücüne bağlıdır. Örneğin düşen bir uçakta ölenlerin hepsinin ölmelerini gerektiren karmaların olması gerekmez. Bu felakette sadece çoğunluğun karması, yaşayacak azınlıktan daha güçlü olmuş olabilir. Öte yandan yaşamak için yeteri kadar güçlü karması olanlar , ya düşme anında ya da ilk etapta bu uçağa binmekten alıkonarak kurtulabilirler. Ulus karması, insanların bir bütün olarak kozmik yasalarla uyum sağlama derecesine bağlıdır.
Karma, ceza kavramıyla çoğu kez karıştırılmaktadır. Karma ceza değil, sadece harekettir. Hareket birçok şekillerde olabilir. Doğuştan, iyi,kötü, ya da iyiyle kötü arasında geçiş olarak hizmet veren nötr hareket olabilir. Evrenin kendisi Hindu kitaplarına göre üç niteliğin bir karışımıdır; iyi, harekete geçirici ve kötü. Sattwa guna denilen iyi nitelik, şuuru Tanrı’daki kaynağına doğru yükseltir. Harekete geçirici, rajas veya raja guna, mutlaka harekete geçirici olmasa da insanları ego yararına olan harekete doğru iter. Kötü gunaya ise tamas denir. Kötüdür çünkü anlayışı karartır.
Çoğu insanoğlu dünyasaldır. Kişisel kazanç için hareket ederler. Çok az insan bunu diğerlerini incitme isteği ile yapar; çok az insan gerçekten kötüdür.
İstemeyerek, yani yanlış olduğunun farkına varmadan yaptığımız hareketler yasanın dışında değildir. Cehalet, yasayı değiştirmez. Eğer bir kişi arabasını dalgın bir şekilde ağaca sürerse, sonrasında gelen yaralar, sırf onun dalgın olmasından ötürü daha az olamaz.
Cehennem ve cennet sanıldığı gibi yukarılarda değil, burada bizim yanıbaşımızdadır. Dünyada bir kaç yıl süren davranışların ebedi bir cezayı hak etmesi anlamsızdır. Sonu olan bir nedenin, sonsuz bir sonucu olamaz. Bu durum en başta değişmez doğa ve evren kanunlarına aykırıdır.
Kötü karmadan kaçmanın yolu sanıldığı gibi hareketsizlik değildir. Bizim kötü karmalarımıza neden olan şey zihnimizin bize oynadığı oyunlar yani kama manas’tır. Dizginleri ele alarak, zihnimizdeki düşünceleri kontrol altına almamız gerekir. Arzularımızı özellikle dünyasal arzularımızı frenlememiz şarttır. Arzuların hepsi kötü değildir, iyi olan şeyleri arzulamak kötü karmalar yaratmaz; burada önemli husus orta yolu bulmaktır. Arzuları hırs haline getirmemelidir. Çünkü bu şekilde oluşturulan her enerji bize geri dönmek zorundadır. Bu arzularımızı geçekleştirebileceğimiz tek yer dünya olduğundan; bu arzular yani karmalar bizi dünyasal plana geri çeker. Böylece ölümden sonra tekrar dünyasal plana enkarne olma sağlanmış olur. Bu şekilde de reenkarnasyon zinciri başlar. Çünkü tüm karmanın ya da etkilerin tüm tepkilerinin bir ömürde tamamlanması imkansızdır. Hayatın bir çok ömürden oluştuğu gerçeği, birçoklarının tam tersini savunmasına rağmen bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisinde çok açık bir biçimde geçmektedir.
Neden bir bebek sakat doğar? Bunu sadece reenkarnasyon tatmin edici bir biçimde açıklamaktadır. İnsanlar onu tatlı, masum bir bebek olarak görmüşlerdir. Ancak geçmiş yaşamının birinde bu kişinin dharmanın bir yasasını çiğnemiş olması gerekir. Bu ihlal, onu iyi bacaklara sahip olma şuurundan mahrum eder. Bu yüzden yani zihin bedeni kontrol ettiğinden, bu kişi fiziksel bir bedene geri geldiği zaman bir çift kusursuz bacak oluşturamamış ve sakat doğmuştur.
İnsanların farklı kültürlere doğması, farklı şanslara sahip olması, bedenlerinin farklı ya da eksik olması, zengin ya da fakir doğmaları, aptal ya da akıllı olmaları gibi şeyler eğer nedensiz olsaydı; o zaman dharmanın adil bir yasa olduğundan söz edilebilir miydi? Ama bir neden vardır ve şu an ne olduğumuz, geçmişin çeşitli zamanlarında oluşan hareketlerimizin sonucudur. Zaten farklı imkanlara sahip iki kişi adil olarak yargılanamaz.
Ruhsal yanımızda ölümsüzüz ama kişiliklerimizdeki kusurların hepsi silininceye ve de gerçekten erdemli bir insan oluncaya kadar bu ölümsüzlük şuurunu geri isteyemeyiz. Kendi üstümüzde çalışmak, saklı şekil kendini tüm kusursuzluğu içinde gösterinceye kadar bir heykel üstündeki taşı tıraşlayıp cilalamaya benzer.
Ego, fiziksel bedeni şekillendirir. Bu fiziksel doğumun sonucu değil, nedenidir. Ego, fiziksel ölümden sonra alıkonan astral bedenin bir unsurudur. Fiziksel beden sadece egonun maddesel dünya içindeki yansımasıdır. Yalnızca ölmek gibi basit bir eylemle Tanrı’ya erişilemez. Ölmek kolaydır, kendimiz isteyerek bile gerçekleştirebiliriz. Ayrıca kendimizi öldürmemiz, yapmamız gereken sınavdan kaçmaktır; böylece sınavı uzatmış oluruz. Ancak ruhun sonsuzluğa geri karışıp birleşebileceği yüksek şuur seviyesine erişmek çok zordur. Ölümsüz olan birey tarafımız, Tanrı’nın bir parçasıdır ve biz kendimiz yeterince temiz olana dek tekrar onun bir parçası olamayız.
Herkesin ruhsal tekamül derecesi farklıdır. Evrendeki ruh sayısı değişmez ve herkes kendi karmasını karşılayabileceği uygun zamanda dünyasal plana geri gelir. Buradaki dünyasal plan kavramı sadece bu yaşadığımız dünya da olmayabilir. Aslında ruh varlığı mükemmeldir , insanın astral plana beraberinde götürdüğü ego şuurudur. İnsanın ölünce astral planda ne kadar kalacağı belli değildir. Gelmesi uygun olan dönemi bekler. Evrende her şey titreşimden oluşmuştur ve astral planda da değişik titreşim seviyeleri vardır. Eğer insan iyi işler yapmışsa ve karması çok değilse; o zaman yüksek titreşimli yüksek astral planlara gider ve orada zamanını bekler. Astral plan süptil bir maddeden oluşur ve zihnimizde ne varsa orada onun şekillenmesi çok kolaydır. Bu nedenle kötü karması olanlar düşük titreşimli düşük planlarda kalırlar ve kafalarında dolanan tüm kötü şeylerle karşılaşırlar.
Bu planlar sanıldığı gibi yukarıda ya da aşağıda değildir. Onlar bizim yanımızdadır. Bunlar, fiziksel vizyonumuzun tam arkasındadır. Bir kişinin astral planda ne kadar uzun kalacağı, dünyada ne kadar iyi yaşadığına bağlıdır. İyi karması olanlara orada uzun asırlar kalabilir. Öte yandan aydınlanma arzusu ile teşvik edilenler, ruhsal çabalarına devam etmek üzere dünyaya en kısa zamanda geri dönmeyi isterler. Çünkü onlar, astral dünyanın aslında Tanrı’nın ardına sakladığı bir peçe olduğunu bilirler.
Fiziksel düşünce anında, esirde bir ışık parlaması olur. Fiziksel yeniden doğuşu bekleyen diğer dünyadaki ruh varlıkları, bu ışığın titreşimleri kendilerininkine uygun olduğu zaman hızla ona doğru giderler. Böylece yeniden doğuş gerçekleşir. İyi kişiler her zaman iyi ailelere doğmayabilir. Bu durum; kişinin karşılamak zorunda olduğu karmasının niteliklerine bağlıdır. Ya da avatar olanlar gibi, sadece bazı görevleri yerine getirmek için iyi olmayan ortamlara doğanlar da vardır.
Geçmiş enkarnasyonlarımızı hatırlamamamızın sebebi; hafızamızın kama manas’ta tutuluyor olmasından ileri gelir. Bu durum mitolojide, yeniden doğacak kişilerin “Lethe ırmağı”nda yıkanarak eski hayatlarını unutması ile sembolleştirilir. Kama manas, bizim ölen kişilik tarafımızdadır. Eğer birşeyleri iyi yaparak bunu içselleştirebilirsek, o zaman geçmiş tecrübelerimizi geleceğe taşımamız mümkün olur. Evrim süreci kaçınılmazdır ve herkes sonunda Tanrısallığı şu veya bu şekilde yakalayacaktır. Farklılık zamandan ileri gelir. Reenkarnasyon zincirinin kırabilmek ve bu dünyadaki acılara sürekli maruz kalmamak için kendimizi geliştirmeli ve evrim sürecimizi hızlandırmalıyız. Zihnimizi kontrol etmeye başladığımızda; bu durumunu ödülü sadece bu dünyada değil; fiziksel ölüm sonrasındaki astral planda da gelecektir.
Karmadan kaçmanın yolu hareketsizlik değildir. Tam aksine hayatın içine dalmalıyız. Ama erdemli bir şekilde ve orta yolda ilerlemek şartıyla. Orta yoldan her sapma bizde kötü bir karma oluşturacak ve reenkarnasyon zincirimizin uzamasına sebep olacaktır.
Bhagavad-Gita’da Krishna; hareketten kaçınarak kimsenin karmadan kaçamayacağını öğretir. Ama bu arada karmadan kaçmak için önemli bir metod da verir. Metodun tavsiye ettiği nishkam karma dır.Yani hareket meyveleri için arzusuz hareket yani arzu olmadan harekettir. Hareket ederken aslında hareket edenin biz değil de Tanrı olduğunu düşünürsek, hata yapmamız zorlaşır. Çünkü biz de Tanrı’nın bir parçasını taşıyoruz, aynı zamanda da dharmanın bir parçasıyız. Arzusuz hareket edince birçok insan otomatikleşeceğini, yaşama karşı ilgi duymayacağını düşünür. Ama tersine hayatı sınırsız şekilde daha ilginç bulurlar. Arzusuzluk motivasyon çalmaz.
Eylem hakkında Krishna şöyle demektedir:
“ İnsan eylemsizlik özgürlüğüne hiçbir şey yapmadan ulaşamaz, sırf herşeyden vazgeçmekle yüce olgunluğa erişmez. Çünkü insan bir an bile eylemsiz duramaz. Doğanın güçleri herkesi çaresiz bir biçimde eyleme iter. Kendini eylemlerden çeken ama gönlünde durmadan o eylemlerin zevklerini canlandıran kişi kendini aldatmaktadır, o kişi yolun sahte yolcusudur. Hiç bir şeye köle olmadan , zihnin güçlerini uyum içinde tutarak Karma Yoga ( Doğru Eylem) yolunda, kutlu işler yolunda yürüyen kişi ne büyüktür. Eylem, eylemsizlikten daha iyidir, onun için hayatta ödevini yap. Dahası eylem olmazsa beden de canlı kalmaz. Dünya eylemin esiri olur, eğer eylem kutlu olmazsa. Eylemlerin saf ve arzuların kementine takılmamış olsun.”
Bhagavad-Gita’da dharma-karma ve reenkarnasyon hakkında bir çok sır verilmiştir. Bu kadar çok ezoterik bilginin bir arada verilmesinden dolayı bize eşsiz bir kaynak gibi görünmektedir.
Kaynaklar:
· “Bilgeliğe Yolculuk” Paramhansa Yogananda
· "Gizli Doktrin" Helena Petrovna Blavatsky
· "Bhagavad-Gita"

Tufan ve Atlantis

TUFAN VE ATLANTİS

"Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi ve Rab dedi, Yaratığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim, çünkü onları yaptığıma pişman oldum. Fakat Nuh, Rab’ın gözünde inayet buldu."
Eski Ahit, Tekvin Bap 6TufanBir çok eski metinde ve halen eski geleneklerini koruyan toplulukta kadim geçmiş ile ilgili ortak bir efsane vardır. Yıllardır belirli temalar kulaktan ağza dolaşıyor, çeşitli eserlere işleniyordu. Bunlara göre, bir zamanlar dünyada farklı bir düzen varmış. Bilmediğimiz ülkeler, kalabalık şehirler ve farklı kültürler varmış. Bir gün kıyamet kopmuş. Yanar dağlardan fışkıran alevli lavlar gök yüzüne kadar yükselmiş ve külleri güneşi örterek dünyayı karanlıklara boğarak yeryüzüne yavaş yavaş yağmış. Gökler kararmış, havalar soğumuş, şimşekler çarpışmış, kasırgalar insanları, ağaçları ve evleri uçurmuş, büyük depremler yerleri sarsmış. Ondan sonra sular basmış, sanki bütün okyanus karaya binmişti, dağları yutacak büyüklükte dalgalar karalara yumruk gibi inmiş. Şehirler sular altında kalmış, insanlar toplu halde boğulmuş. Tonlarca su gök yüzünden yağmış. Suların çekilmesi, gök yüzündeki kara lav bulutlarının dağılması ve yağmurun kesilmesi bazı yerlerde bir hafta sürmüş, bazı yerlerde kırk gün. Felaketten kurtulanlar dehşet içinde etraflarına bakmışlar. Kimisi gemilerdeydi, ama bunların pek azı, belki de tek bir gemi ile kurtulmuşlardı. Nuh, Utnapiştem, Manu, Deukalion, Cemşid, Bergelmer, Coxcox, Yao, tek bir şahısa verilen değişik adlar mı, yoksa her biri ayrı kişiler miydi? Bilemeyiz. Yeryüzünde değişik efsanelere göre tufandan kurtulanlar mağaralara inmişlerdi, yüksek dağlara, ağaçlara tırmanmışlardı, suda yüzen odunlara tutunarak kurtulmuşlardı. (1)Böyle bir felaket gerçekten oldu mı? Yoksa anlatılanlar hayal ürünü mü? Her şeyden önce unutmamak gerekir ki, yakın zamana kadar Troya (Truva), Pompei, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah şehirlerinin sadece efsanelerde yer aldıkları inanılırdı.1738 de Vesuvius Volkanın lavları kazılarak altında Herkülüm şehri bulundu. 1748 de Herkülüm'ün yanı sıra Pompei şehri on metrelerce lav altında keşfedilmişti. Vesuvıus yanar dağın ani patlaması, bu iki şehri 24 saat içinde sıcak küllerin altında gömüştü. Pompei'de günlük hayatlarını yaşayan Romalılar ebediyen heykelleşmişti. Kimisi mücevherlerini toplarken, kimileri cenaze töreninde veya kaçarken lavlara yakalanmıştı. Bir Roma askeri üstüne karşı sadaklığını göstererek, ölümcül bir inatla nöbet tutarken heykelleşmişti. Devasal yapılı bir adam karısını ve ön dört yaşındaki çocuğunu taşırken alevler içinde çökerek ebediyen lavlarla kalıplaşmıştı.1868'de Heinrich Schliemann Troya'ı Batı Anadolu sahilinde Hisarlık tepesinde yaptığı kazıda bulduğunda bütün dünya şaşırmıştı ve en az 2800 yıllık Homeros destanları masal olmadığı anlaşılmıştır. M.Ö. 14 asırlarda Troyalılar kayıp, zengin ve ileri Anadolu uygarlıklarını Grek istilacılara karşı direnerek korumuşlardı, ancak 11 senelik bir savaştan sonra Grekler hileye başvurarak, şehir surlarının içine girmeye başarmışlardı ve Kral Piram'ın Troya şehri yakılarak yerle bir edilmişti. Dilere destan Helen, Odysseus, Akhilleus, Paris, Hektor ve Kassandra’nın dramları ne denli gerçeğe uydukları bilinmemekte, ancak tarihçiler kabul ederler ki bu savaş Greklerin Anadolu istilasının başlangıcıydı.1900 senesinde, Arthur Evans'ın Girit adasında yaptığı kazılarda Minoan uygarlığı ortaya çıkarmıştı (2). Son bulgulara göre Girit bir zamanlar büyük bir Minoan uygarlığn merkeziydi, ve Thera (Santorini) adasındaki yanar dağın patlaması ile bu medeniyet tamamen yok olmuştu. Masal sanılıp jeolojik araştırmalar sonucu ortaya çıkan bir de Sodom (Sedum) ve Gomorra şehirlerini yok eden felaketin buluşu da vardı. Lut kavimin ani bir felaketle üzerlerine taş yağarak yok oluşu, Kuran'da ve Tevrat'ta hemen hemen farksız bir şekilde yazılır. Hatta, Kuran'da bu şehrin harabeleri ibret olarak yol üstünde görüldüğünü de belirtir (Hıcr: 15/76-77). Haran'ın oğlu ve Hz İbrahim'in yeğeni Hz. Lut yerleştiği Sodom şehrinde her türlü ters ilişki yaygınmış. Öyle ki, iki melek gelen felaketi haber vermek üzere, Haz. Lut'un evinde misafirliğe geldiğinde, halk Hz. Lut'un kapısına dayanarak onların kendilerine, çarpık ilişki de bulunmak için, teslim edilmelerini istemişlerdi ve Hz. Lut onlara karşı direnmiş, onların yerine kızlarını vermeye önermişti. Melekler Hz. Lut'a Sedum ve komşu şehri Gomorra'nın günahlarından dolayı Tanrı tarafından tamamen yok edileceğini bildirdikten sonra, Hz. Lut karısı ve iki kızını alıp hızla Sodom'dan kaçmıştı, ancak verilen ikazlara uymayan karısı şehrin akıbetini görmek için arkasına döndüğünde, aniden heykelleşerek bir tuz sütununa dönüşmüştü.Erich Von Daniken'e göre Hz. Lut'u ziyaret eden melekler aslında uzaylıymış ve bu şehirleri nükleer bir silahla yok etmişler. Hz. Lut'un karısıda patlama anındaki radyasyonlar tarafından yok olmuştu. Ancak, jeolojik incelemeler bu şehirlerin nükleer bir patlama değil, doğal bir afetten yok olduğunu gösteriyor. Ürdün vadisinde ve Ölü Deniz kıyısında bu şehirlerin bulunduğu yerin M.Ö. 1900 civarlarında volkanik patlamalar eşliğinde aniden çöküp suların dibine indiği tespit edildi (3). Gomorra'nın anlamı "su altında kalan toprak"tır. 2. asırda İskenderiyeli Astronom ve coğrafyacı Claudius Ptolemaios, ölü denize "Sodom Denizi" olarak yazmıştı. Ondan önce coğrafyacı Strabo şöyle yazmıştı, "Yerlilerin bu bölgede vaktiyle 13 şehrin bulunduğu konusunda söylediklerini gerçek olarak kabul edebiliriz. Denilir ki, Sodom'un surları halen duruyor. Söylentilere göre, şehirleri büyük bir yer sarsıntısı ile oynadı, denizden alevler fışkırdı, ve kükürtlü sular öyle şiddetli yağdı ki taşlar bile tutuşmuştu. Şehirler ya yerin içine gömülmüş, ya da yerlileri dehşet içinde kaçmışlardı" (4).Bunların haricinde unutmamak gerekir ki, bir zamanlar Halikarnaslı (Bodrumlu) Herodotos (M.Ö. 484-420) için "yalanların babası" denilirdi, şimdi ise, kendisi için "tarihin babası" denilir. Venedikli Marko Polo (1254-1324) yaptığı 25 senelik Doğu seferinden döndüğünde, yazdığı seyahatnameyi kimse inanmamıştı. Ölüm yatağında arkadaşları onun yalanlarını itiraf etmesini istemeleri üzerine, "gördüklerimin yarısını yazmadım" demişti. Buna benzer bir çok örnek göstermek mümkündür. (5)Bir görüşe göre Tufan, Dicle ve Fırat nehirlerin taşması ile ortaya gelen bölgesel bir selden türemiş bir efsanedir. Böyle bir sel felaketinin Sümer devrinde ortaya çıktığı Mezopotamya vadisinde yapılan kazılarla kanıtlandı. Ancak, bu bölgesel bir felakettir, oysa evrensel bir sel felaket veya tufanın olduğunu gösteren kanıtlar da vardır. Denizlerden uzak karalarda, ve hatta dağların tepelerindeki deniz canlıların fosillerini başka türlü nasıl açıklarız? Avrupa, Asya, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika gibi Mezopotamya'dan uzak yerlerde Tufan efsanesinin bulunmasını nasıl açıklanır? Tufan efsanelerden en ilgi çekiciler arasında Gılgameş destanıdır. Gilgameş destanı Tevrat ve Kuran'da anlatılan tufan hikayesine yakın bir benzerliği vardır. 1849 yılında Musul'a yakın Kuyuncuk'da İngiliz Austen Henry Layard tarafından yapılan kazılarda Assur başkenti Nineveh ortaya çıkmıştı. Bu efsanenin tabletleri, Nineveh şehrinin sarayında bulunan hükümdar Assurbanibal'ın (M.Ö. 688-626) 30,000 "ciltlik" toprak çivi yazısı kütüphanesinde keşfedilmişti. Bunlar George Smıth tarafından tercüme edilerek gün ışına çıkarıldığında, geniş yankılar uyandırmıştı (6). Bu efsanenin izleri Sümer kayıtlarında da gözükerek M.Ö. 3000 seneye kadar mevcut olduğu varsayılmaktadır. Batı dünyasının en eski edebiyat eseri sayılan bu destanından Tufan konusunu içeren birkaç metin veriyoruz: "O günlerde insanlar durmadan arttı, yeryüzü dolup taştı ve yabanıl bir boğa gibi böğürdü, yüce tanrı da bu homurtudan tedirgin oldu. Homurtuyu işiten Enlil, tanrıların danışma toplantısında şöyle konuştu, `İnsanoğlu çıkardığı bu kargaşalık çekilmez hale geldi. Gürültü patırtıdan gözümüze uyku girmez oldu. Bunun üzerine, tanrılar, insanoğlunu yok etmek konusunda anlaştılar". Sonraki metinlerde aynı Tevrat'ın Tekvin bölümünde yazdığı gibi, Tanrı Ea, Ut-napiştam'ı uyarıyor ve büyük bir gemi yapmasını; bu gemide bütün hayvanlar türlerin birer çiftini taşıması için odalar bulundurmasını bildirilyor. Aynı Tekvin'de olduğu gibi geminin ölçüleri üzerinde önemler durularak ayrıntılı bilgiler veriliyor. Destanın devamı şöyle: "Tan yeri ağarmaya başlarken ufuktan bir kara bulut ağdı. Bu bulut, fırtınanın efendisi Adad'ın bulunduğu yerde gürledi. Fırtınanın habercileri Şullat ve Haniş, dereyi tepeyi geçerek başı çektiler. Daha sonra, uçurum tanrıları ortaya çıktı. Nergal, alttaki suları tutan bentleri yıktı. Savaş tanrısı Ninurta, setleri yerle bir etti. Cehennemin yedi yargıcı, Anunnaki, meşalelerini kaldırıp ülkeyi kurşuni alevlerle boğdu. Fırtına tanrısı, gün ışığının yerine karanlığı koyduğunda, ülkeyi bir çömlek gibi kırıp döktüğünde, umutsuzluğun yol açtığı bitkinlik gök kubbeye değin yükseldi. Bütün gün boyunca bora azıttı durdu. Yol aldıkça kudurdu, halkın üzerine düşman gibi saldırdı. Kardeş kardeşi görmez oldu, insanlar gökyüzünden bile görülmüyordu... Altı gün, altı gece boyunca yeller esti. Sel, bora ve su taşkınları yeryüzünü kasıp kavurdu. Yedinci gün ağardığında güneyde esen fırtına dinmeye yüz tuttu, deniz yatıştı. Tufanın da hızı kesildi. Yeryüzüne göz attığımda her yanı sessizliğin kaplamış ve bütün insanların da çamura dönüşmüş olduğunu gördüm ...sonra oturup ağlamaya başladım"(7)." Her nedense, felaketi garip bir şekilde unutmuşlardır." Platon, Kanunlar IIIKitlesel Hafıza KaybıImmanuel Velikovsky (1895-1979), tarih, biyoloji, hukuk ve psikanalizi Moskova, Vienna, Berlin ve Edinburgh üniversitelerinde okumuştu. 1950'de yazdığı "Çarpışan Dünyalar"(8) adındaki eserinde büyük ilgi toplamıştı. Bu kitapta ortaya atılan göksel mekanizma tezleri büyük çapta Carl Sagan, Isaac Asimov ve başka bilim adamları tarafından çürütülmüştü (9). Ancak, ortaya attığı bir çok orijinal tezlerde bir gerçek payı vardır. Dr. Velikovsky tufanla ilgili yazmaya tasarladığı eserlerini yetiştiremedi. Onun kitlesel hafıza kaybı ile ilgili tezi konumuz açısından ilginçtir. Kendisi psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud'den bizzat ders alarak, Freudcu açıdan hafıza kaybı olayını, bireysel açıdan ziyade toplumsal açıdan değerlendirmişti.Kendi kozmolojik tezlerine göre geçmişte yer aldığını inandığı ve kapsamlı bir şekilde belgelediği felaketlerinin örtbas edilmesini bu şekilde açıklıyordu: "Çocukların ve bazı durumlarda büyüklerin geçirdikleri en korkunç olaylarının unutularak ve silinerek şuurdan bilinçaltına itildiği, insan zihni ile ilgili, tespit edilmiş bir gerçektir. Bunlar bilinçaltında garip korkular şeklinde yaşamaya ve ortaya çıkmaya devam ederler.""İnsan geçmişinde en korkunç olaylardan biri yeryüzünün tutuşması idi. Bununla birlikte gökyüzünde peyda olan korkunç görüntüler, binlerce volkanlar tarafından fışkırılan lavlar, yerlerin erimesi, denizlerin kaynaması, kıtaların batması, uçan kızgın taşlarla topa tutulan ilkel bir kaos, yarılmış arzın gümbürdemesi ve kül kasırgaların kükremesi idi.""Platon'a göre, Solon'la görüşen Mısırlı rahibin varsayımına göre ateş ve selden oluşan felaketlerinin unutulmasının sebebi, o felaketlerde okumuş insanların bütün yapıtları ile birlikte yok olmasına bağlıydı. Ve ayrıca, bu felaketler, "...sizce fark edilmedi çünkü kurtulanlar kendilerini yazı ile ifade etmeye fırsat bulamadan ölmüşlerdi." Buna benzer bir fikir İskenderiye'de Philo tarafından da savunuldu. O birinci asırda şöyle yazmıştı, "Sürekli birbirini kovalayan su ve ateşten felaketlerden dolayı nesiller birbirine olaylar serisini nakledememişlerdir.""Felaket hatırlardan silinmişti. Bunun sebebi yazılı kayıtların bulunmayışı değildi, fakat bütün milletlerin, bilginleri ile beraber bu kayıtlarda açıkça belirtilen kozmik kargaşalar yerine onlarda alegorik ve mecazi anlam okumalarına yönelen karakteristik davranıştı."Geçmişle ilgili en ürkütücü olayların, hem kişilerin, hem milletlerin hayatlarından silindiği veya bilinçaltına gönderildiği bir psikolojik fenomendir. Sanki unutulmaması gereken olaylar yok olmuş gibidir. Bunların kalıntılarını ve tahrif edilmiş kayıtlarını tekrar hayata döndürmenin tek kişide hafıza kaybını tedavi etmekten farklı bir işlem değildir." (10)"İnsan aklı kolayca büyük bir felaketin inancına kapılabilir. Büyük, küçük tüm hayvanların Güney Patagonya'dan, Brezilya'dan, Peru'nun Cordillera'sına kadar yok olması için, ancak yerkürenin tümüyle temelinden sarsılmış olması gerekir." Charles Darwin, Türlerin Kökeni Atlantis Plutarkhos (46-126), yazdığı "Hayatlar" eserinde Solon (M.Ö. 640-560)'a yer vermişti. Bu büyük Atina'lı kanun koyucusu, şair ve gezgin Grek'lerin "Yedi Bilgeler”den biri olarak anıldı ve onun kanunları demokrasinin kurulmasında temel oluşturmuştu. Solon yaşlığında etrafındaki fazla ilgi ve kanunların yaratığı yoğun tartışmalardan kaçmak için on sene süren gezilerini Mısır'da başlamıştı. Plutarkhos bu konuda şöyle yazıyor, "Mısırlıların en bilgili rahipleri olan Heliopolis'li Psenophis ve Sais'li Sonchis'in altında eğitim gördü ve felsefe tartıştı. Platon'a göre kayıp kıta Atlantis'i onlardan öğrenip, Greklere bir şiir halinde anlatmaya çalışmıştı, ancak bu girişimden vazgeçmişti. Sebep olarak Platon'un dediği gibi vakti olmadığından değil, fakat fazla yaşlılıktan dolayı bu girişimin ona fazla geleceğindendi."Atina'lı filozof Platon (Eflatun, M.Ö. 429-347) Timaios ve Kritias adındaki diyaloglarında (konuşmalar) efsanevi kayıp uygarlık Artlantis'in öyküsünü dile getirmişti, ancak onu bitirmeden ölmüştü. O zamanlardan bu yana Atlantis tartışma konusu olmuştur. Kimisine göre bu öyküyu Platon uydurmuştu. Oysa, tarihte gelmiş geçmiş en büyük filozof olarak görülen Platon'un, yazdığı 25 diyalog halinde eserlerinde, Sokrates başta olmak üzere gerçek kişilerin yer aldığı ve konuşmaların ve olayların gerçeğe uygun olarak yazdığı görülmüştür. Atlantis öyküsünde herhangi bir siyasi veya felsefi görüş savunulmuyor, o halde Platon'un böyle fantastik bir hile yapması için hiç bir neden olmadığı gibi, bu diğer yazılarındaki mantık ve gerçekçiliğe ters düşerdi. Ayrıca tarihçi Halikarnas'lı Herodotos (M.Ö. 484-420), gezilerinde kendisine Mısırlılar tarafından kadim tarihleri konusunda Solon'a anlatılanlara benzer şeylerin anlatıldığını kaydetmişti.M.Ö. 421 yılın Ocak ayında, Sokrates'in Atina'daki evinde dört kişi bir araya gelmişti. Bunların başında Platon'un hocası meşhur filozof Sokrates'in kendisi. Tanınmış Atina'lı devlet adamı ve yazar Kritias, Lokris'li zengin ve asil bir filozof ve astronom olan Timaios ve Syrakruz'lu bilgin Hermokrates. Aralarında geçen konuşma Platon tarafından kaleme alınarak Timaios ve Krıitıasadlı eserlerinde yer almıştı. Bu iki diyalog'dan Atlantis konusundaki bölümleri kısmen aşağıda aktarıyoruz. Bazı metinlerin başlarında görülen sayı ve harfler Platon diyaloglarında kullanılan "Stephanus" ayraçlarıdır, ve yorumlarda ilgili metinleri kolayca bulmaya yarar.(20e) "KRİTİAS `O halde, Sokrates size anlatacaklarım garip gelebilir, oysa bu öykü, Yedi Bilgeler’in en bilgesi olan Solon'un söylediği gibi, baştan başa gerçektir. Solon, şiirlerinde belirttiği gibi, büyük dedem Dropides'in akrabası ve yakın dostuydu...(21b) Size bir yaşlı adamdan dinlemiş olduğum bu eski öyküyü anlatacağım. Kritias [Kritias'ın aynı isimde dedesi ve Dropides'in oğlu], o zamanlar, dediğine bakılırsa, doksanına basmak üzereydi, bense on yaşlarında, ya vardım, ya yoktum. Apaturios'lar bayramının Kureotis günündeydik. Geleneklerimize göre, babalarımız, biz çocuklar için, şiir okuma yarışmaları düzenlerdiler. Birçok şairlerin çeşitli şiirleri okundu; Solon'un şiirleri o zamanlar daha yeni sayıldığından çoğumuz onlardan okuduk. Arkadaşlarımdan biri ya gerçekten zevk aldığı için, yahut da Kritias'ın hoşuna gitsin diye, Solon'un, kendisince yalnız insanların en bilgesi olmakla kalmadığını, şiirdeki değeriyle de bütün şairlerin en asili olduğunu söyledi. (21c) Çok iyi hatırlıyorum, ihtiyar bundan pek hoşnut oldu ve gülümseyerek dedi ki: öyledir, Amymandros, Solon sadece vakit geçirmek için şiir yazmıştı, bu işe ötekiler gibi sarılsaydı, Mısırdan getirdiği öyküyü bitirseydi, buraya dönüşünde karşılaştığı zorluklar, ve ülkedeki karışıklar yüzünden şiiri ihmal etmek zorunda kalmasaydı bence ne Hesiodos, ne Homeros, ne de her hangi başka bir şair onunla boy ölçüşemezdi. (21d) Amymandros, "Peki ama, Kritias, bu şiirin konusu ne idi?" Kritias'ın yanıtı,"Bu şiirin öyküsü bu ulusun şimdiye kadar başardığı en büyük, en ünlü olmaya değer işin öyküsü idi; fakat zaman ve kahramanlarının ölümü onun bize kadar gelmesine engel oldu." Öteki, "Bu öyküyü bize baştan anlatın, Solon bu konuda neler diyordu ve onu gerçek bir olay olarak kabul etmesi için ona bu öyküyü kim aktarmıştı?", diye sordu.(21e) "`Solon'un anlattığına göre Mısır'ın deltasında, Nil'i ikiye ayrın yerde Saitikos denilen bir bölge vardı; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis'in memleketi olan Sais'ti. Halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçaydı; onun Mısır dillerinde adı Neith'dir, ve o Helenlerin Athena tanrıçası ile aynıdır. Şimdi, bu halk Atinalıları pek severler ve onlarla her nasıla akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon onların ülkelerine varınca büyük bir ilgi ile karşılandığını söylemişti. (22a) Onların en bilge rahiplerine geçmiş zamanları sorduğu zaman, ne kendisinin ne de başka bir Helenin bu konuda hemen hemen hiçbir şey bilmediğini anladı. Bir seferinde de, onları eski şeyleri anlatmaya yönlendirirken, bizce bilinen en eski olayları anlatmaya koyulmuştu. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus'tan, Niobe'den, tufandan kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha'dan, onların doğuşu hakkında anlatılan mytoslardan ve onların soylarından söz etti. (22b) Bu olayların geçtiği tarihleri belirlemeye çalışarak anlatmıştı."`Bunun üzerine, aralarında yaşı oldukça ilerlemiş bir rahip ona "Ah Solon, Solon," demiş, "siz Helenler çocuksunuz, ulusunuzda yaşlı bir Helen yok." Bunun üzerine Solon:"Bununla ne demek istiyorsunuz?" diye sormuş. Rahip, "Hepinizin ruhları çok genç," diye yanıt vermiş, "çünkü kafanızda eski bir geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş ne bir bilgi, ne de zamanla pekiştirilmiş bir ilim var. Bunun sebebi sana anlatayım. (22c) İnsanlar birçok şekilde yok eden felaketler olmuştur, daha da olacaktır. En büyük kıyametler ve tufanlar ateşle ve sudan gelmişti, ama farklı sebeplerle meydana gelen daha küçük felaketler de vardır. Örnek olarak, sizin ulusunuzda da, bir gün babasının koşu arabasını (gök yüzünde) koşturup onu aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımla vurulup ölen Helios'un oğlu Phaeton'un öyküsünde gerçekten bir (22d) masal gibi anlatılır, ama gerçek şudur ki, dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından saparlar yeryüzüne düşerler, uzun aralıklarla meydana gelen çarpışmalarından kaynaklanan tutuşmalar yeryüzündeki her şeyi yakıp yok eder. O zaman dağlarda, yüksek, kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarlarında oturanlara kıyasla daha çok yok olmaya maruzdurlar. Fakat, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine tanrılar, bir tufanla dünyayı yıktıkları zaman yalnız dağlardaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiçbir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabii bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte bu yüzden mabetlerimizin arşivlerinde korunan kayıtlar dünyanın en eskileridir. Fakat gerçek şudur ki: kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da, yakıcı bir sıcağı da olmayan her yerde, her zaman az veya çok insan vardır. (23a) Hem sizde olsun, bizde olsun, yahut da adını duyduğumuz dünyanın her hangi bir tarafından olsun, asil, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada, mabetlerimizin arşivlerinde duruyor. Böylece de korunmuş oluyor. Oysa, sizlerin ve başka ulusların kayıtları, ve gerçekten bütün uygarlıklarınız gökten bir veba gibi devre devre yağan suların etkisi ile yok olmuştur; içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının bu felaketlerden kurtulamamıştır. (23b) O zamanda, sizler her şeyi yeniden başlamak zorundaydınız, çünkü ne ulusunuzun ne de başka yerlerin geçmişini bilmeyen küçük çocuklar gibi olmuştunuz. Bize demin anlattığın soy kütüklerine gelince, Solon, bunlar çocuk masallarından başka bir şey değildir. Her şeyden önce, siz tek bir tufanı hatırlıyorsunuz, oysa ondan önce birçok tufan olmuştur. (23c) Sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en asil soyun bir zamanlar ulusunuzda yer aldığını bilmiyorsunuz. Kentinizi ahalisi ve sizin soyunuz felaketten kurtulan bir kaç kişiden gelmiştir. Sizler bunları bilmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, birçok nesiller boyunca, hiçbir yazı bırakmadan ölüp gittiler..."(23d)"`Solon'un anlattığına göre, bunları duyunca şaşakalmış, rahiplerden eski ataları hakkında bütün bildiklerini anlatmalarını rica etmiş. Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş: "İstediğinizi yerine getireceğim, Solon, bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunuzun hatırı...için yapacağım...(23e) kutsal kitaplarımıza göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım... (24e) Gerçekten eski kayıtlar, ilinizin, büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ve Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti durdurduğunu yazıyor. (25a) O zamanlar Atlas okyanusu geçilebiliyordu; çünkü sizin Herakles sütunları dediğiniz [Cebelüttarık boğazı] o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ve Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, ve onların da karşılarında uzanan ve gerçek denizi çevreleyen büyük kıtaya [Amerika?] ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı [Akdeniz], girişi dar bir limana benzer, dış tarafı ise büyüklüğü ile gerçek bir denizdir [Okyanus]. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denilebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın [Amerika?] bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bundan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır'a kadar Libya'nın, Tyrhenia [Batı İtalya] ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. (25b) Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman, Solon, iliniz fazilet ve kuvvetini dünyanın önüne serdi. Cesaretten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üstün olduğu için Helenler’in başına geçti; ama ötekiler bırakıp çekilince tek başına kalan, (25c) böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz saldırganları yendi ve bir zafer anıtı dikti, şimdiye kadar hiç kölelik etmeyenleri ve bizim gibi diğerlerini kölelikten kurtararak Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları serbestliğe kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. (25d) Bir korkunç yağmurlu gün ve bir gecenin içinde, bütün savaşçılarınız birden bir vuruşta toprağa gömülüp yutuldular. Atlantis adası da, aynı şekilde, denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."(25e) "`İşte Sokrates, ihtiyar Kritias'ın Solon'dan duyup bana anlattıkları kısaca bunlardır...(26b) dün buradan çıkar çıkmaz hatırlayabildiklerimi arkadaşlarıma anlattım. Alt tarafı da bu gece düşüne düşüne aklıma geldi; çocuklukta öğrendiğimiz şeylerin şaşılacak kadar aklımızda kaldığını söylerler. Sahiden çok doğruymuş. Bana gelince, dün duyduklarını anlat deseler, hepsini hatırlayabilir miyim, bilmem. Ama, ta eskiden duyduklarımdan bir şey unutuversem doğrusu buna çok şaşarım. (26c) O zaman ihtiyarı dinlemek çok hoşuma gider, bundan çocukça bir sevinç duyardım; o da ardı arası kesilmeyen sorularıma o kadar iyi yürekle cevap verirdi ki anlattığı şeyler, çıkmaz, silinmez bir yazı gibi kafama yerleşip kalmış. Ayrıca, dostlarımıza da, bu konuda konuşulup söyleyecek şeyleri olsun diye, bu sabah bütün bunları anlattım...'"SOKRATES: `...Burada uydurma bir masalı değil, gerçek bir hikayeyi ele almamızın önemi de büyüktür...'(11)Timaios'de Atlantis konusunu içeren metinler bu kadar. Atlantis konusunun devamı Kritias isimli diyalog'da bulunuyor. Burada konu ikinci gün tekrar aynı şahısların toplanması ile Kritias tarafından ayrıntılı bir şekilde işleniyor, ancak eser tamamlanmadan ani bir şekilde sona eriyor. Öyküyü Kritias'den devam ediyoruz:"Kritias: `Her şeyden önce şunu aklımıza getirelim ki, Herakles'in sütunlarının iç tarafında yaşayan kavimlerle dışında yaşayanlar arasında savaşın üzerinden dokuz bin yıl geçtiği söyleniyor. İşte şimdi size uzun uzadığa bu savaşı anlatacağım. Bu yanda komutayı elinde tutan, savaşın ağırlığı başından sonuna kadar çeken, bizim şehirmiş. Öte yandan da savaşı idare edenlerAtlantis adasının krallarıymış. O ada ki, söylediğimiz gibi, Libya’dan, Asya'dan daha büyük olduğu halde, yer depremleri sonunda suya gömülerek, burada açık denize çıkmak isteyen gemilerin geçmesine engel bir balçık yığından ibaret kalmış...[Burada birçok satırlar konunun dışında, eski Yunanistan'ın halini açıkladığı için çıkarılmıştır.] Dokuz bin yıl içinde, o günden bugüne kadar bunca yıl geçti, birçok büyük tufanlar olmuştur. Bütün bu zaman içinde, bütün bu olaylar sırasında yükseklerden kayan topraklar, başka yerlerde olduğu gibi, geçtiği yerlerde söze değer bir parça bırakmayarak, ilin her ucundan denize yuvarlanmışlar, döne döne derinliklerde kaybolup gitmişlerdir. Bugün kalan topraklar, o zamankinin yanında tıpkı küçük adalarda fark edileceği gibi, kadid haline gelmiş bir hasta vücuduna benzer. Yumuşak ve verimli toprakların hepsi çökmüş, geriye ancak ilin bir iskeleti kalmıştır..."`Ama, meselenin özüne girmeden önce, Helen adlarının barbarlara verildiğini görerek şaşmamanız için, size, anlatacağım bir nokta daha var. Bunun sebebini şimdi öğreneceksiniz. Solon bu hikayeden kendi şiirleri için faydalanmağı düşündüğünden, adların anlamlarını araştırdı, bu adları ilk defa olarak yazmış olan Mısırlıların, onları kendi öz dillerine çevirmiş olduklarını gördü. Bu sefer kendisi de, her adın anlamını ele alarak, onu kendi dilimize çevirdi ve öylece yazdı. Solon'un bu el yazmaları dedemin elinde bulunuyordu, şimdi de bendedir, onları daha çocukken ezberledim. Onun için bizdeki adlara benzer adlar duyarsanız hiç şaşmayın: sebebini öğrendiniz."`Bakınız bu uzun hikaye aşağı yukarı nasıl başlıyordu. Tanrıların kendi aralarındaki toprak seçiminden konuşurken, bütün dünyayı küçük büyük parçalara ayırdıklarını, kendi adlarına tapınaklar kurup kurbanlar kesilmesini adet haline koyduklarını daha önce söylemiştik. İşte Poseidon da, böylece payına düşen Atlantis adasının şimdi size söyleyeceğim bir yerine, ölümlü bir kadından olan çocuklarını yerleştirdi. Denize bakan tarafta, adanın ortasında, boydan boya bir ova uzanıyordu, bu ova bütün ovaların en güzeli, en verimlisi olarak biliniyordu. Ortalarında, aşağı yukarı elli stadion (200 metre) uzaklıkta, her yanı orta yükseklikte bir dağ görünüyordu. Bu dağda o kökü topraktan gelme adamlardan biri oturuyordu. Adı Euenor'du, Leukippe adında karısıyla yaşıyordu. Bir tek kız çocukları oldu. Kleito gelinlik çağına varınca anasıyla babası öldüler. Poseidon bu kızı çok beğendiğinden onunla birleşti, kızın oturduğu tepenin etrafını bir sıra denizden, bir sıra karadan yapılmış ve en büyükleri en küçüklerini içine alan, halkalardan ikisini denizden, üçünü karadan oluşturdu ve onlara adanın ortasından başlayarak, her taraftan aynı uzaklıkta bir dire şekli verdi; Böylece oralara insanların ayak basmasına olanak bırakmamış oluyordu, çünkü o zamanlarda gemiden de, gemicilikten de kimsenin haberi yoktu. Ortadaki adayı kendi eliyle güzelleştirdi, bir tanrı olduğu için bunda hiçte zorluk çekmedi. Topraktan biri soğuk, biri sıcak, iki kaynak çıkardı, çeşit çeşit, bol bol yiyecekler yetiştirdi. Beş kere ikiz erkek çocukları oldu. Onları büyüttü ve Atlantis adasını on parçaya ayırarak ilk ikizlerden önce doğana, anasının eviyle dolaylarındaki toprak payını verdi; bu pay en geniş, en iyi toprak parçasıydı; Onu bütün kardeşlerinin üstüne kral olarak getirdi. Ötekilere de idare edecek birçok adam, geniş topraklar bağışlayarak, birer hükümdarlık verdi. Hepsine birer ad taktı. En yaşlıları, Kral Atlas adını aldı; bütün ada ile Atlantikon denilen deniz, adlarını bu ilk kraldan aldılar. Kendisinden sonra doğan kardeşinin payını adanın Herakles sütunları tarafından, bugün orada Gadeiros ülkesi denilen yere doğru uzanan ucu düşmüştü. Bu hükümdarın Helen'lerce Eumelos, yerlilerin dilin de Gadiros'tu; bu yere verilen ad da her halde bundan gelmiş olmalı. Poseidon ikinci ikizlerden birine Ampheres, ötekine Evaimon adını verdi. Üçüncü ikizlerden ilk doğan Mneseus, arkasından gelen de Autokhthon adlarını aldılar. Dördüncü ikizlerden ilk dünyaya gelene Elasippos. İkinciye Mesot: beşinci ikizlerden birincisine Azaes, ikincisine de Diaprepes adları verildi. Poseidom'dan bütün bu oğulları ve onların çocukları birçok nesiller boyunca bu memlekette yaşadılar. Daha önce de söylediğim gibi onlar, Okyanusunun daha birçok adaları üzerinde de hüküm sürüyorlar, ayrıca egemenliklerini bu tarafa, boğazın içlerine, Aigyptos [Mısır] ile Tyrhenia'ya kadar yürütüyorlardı."`Atlas'ların soyu gitgide çoğaldı ve egemenliğin şerefini korudu. İçlerinden hep en yaşlıları kıral oluyordu. Krallık her zaman çocukların en büyüğüne kaldığından, krallıkları nesillerce sürdür. Kendilerinden önce hiçbir kral soyunda görülmeyen, kendilerinden sonra da kolay görülmeyecek olan pek büyük zenginlikler topladılar. Kendi şehirlerinin bütün kaynaklarından faydalanıyorlardı. Yayılmış olan kuvvetlerinden ötürü, birçok şeyler dışarıdan alıyorlar, fakat yaşayışları için lüzumlu olan şeylerin çoğunu kendi adalarında elde ediyorlardı. En başta, ocaklardan çıkarılan, eritilebilen yahut eritilmeyen bütün madenler, ve en çok, bugün ancak adı kalan, ama o zamanlar kendi de bilinen bir nevi maden geliyordu. Adananın birçok yerlerinde çıkarılan oreikhalkon adında bu maden, o zaman bilinen madenlerin, altından sonra en değerlisiydi. Bunun gibi ada, dülgerlerin işine yarayan ve ormandan çıkan her şey de bol bol yetişiyordu. Ada hem evcil, hem de yaban hayvanlarının yeterince besliyordu. Hatta fil cinsine bile orada bol rastlanıyordu; çünkü ada ada, yalnız bataklıkların, göllerin ve ırmakların kenarında, yahut dağlarda, ovalarda otlayan bütün öteki hayvanlara değil, yaratılışta hayvanların en büyü, en doymak bilmeyeni file de bol otlaklar sağlıyordu. Bundan başka, şimdi dünyanın her tarafında çıkan bütün kokulu şeyler, kökler, otlar, ağaçlar, çiçeklerden yahut meyvalardan çıkarılan özler adada pek de güzel yetişiyordu. Ayrıca meyve ağaçlarıyla yemek için kullandığımız, bazılarından un yaptığımız ve çeşitlerine zahire adını verdiğimiz bütün toprak ürünleri de yetiştiriliyordu. Bizce içki, yiyecek maddeler ve kokular veren ağaç nevinden meyveleri, zevk ve eğlencemize yarayan o kabuklu, muhafazası güç meyveyi [Hindistan cevizi?], akşam yemeklerinden sonra hazımsızlık çekenlerin mide ağırlıklarını hafifletmek, onlara rahatlık vermek için kullandığımız bütün bu sevilen yenişleri, o zamanlar güneş gören bu kutsal ada, görülmemiş güzellikte, sayısız denecek kadar bol yetiştiriliyordu. Ada halkı, topraktan elde ettikleri bütün bu zenginlikleri tapınaklar, kral sarayları, limanlar, gemi tezgahları yaptılar. İlin başka yerlerini de aşağıda anlatacağım sırayı güderek güzelleştirdiler. [Platon'un Atlantis öyküsünün devamı ayrı bir bölümde verilecektir] (12)"...Dünyanın uygar toplulukların hepsi eski çağlardan bazı şeyler öğrenmişlerdir. Aynı bütün yolların Roma'ya çıkması gibi büyük uygarlıklar da Atlantis'i işaret etmektedirler..." Ignatius Donelly AtlantolojiPlaton'un Atlantis efsanesi tarih boyunca çeşitli yankılar uyandırdıysa, ancak 1882'de Ignatus Donnelly (1831-1902) isminde bir reformcu Amerikan senatörün "Atlantis, Tufan Öncesi Diyar"(13) isminde eserinin baskısı ile yeni bir boyut kazanmıştı. Daha önce bu konuda bilimsel açıdan kayda değer bir eser yazılmadığı gibi, günümüzde bu konunun başyapıtı olarak yerini korumaktadır. Kitap ilk çıktığında, okyanusun iki tarafında büyük ilgi yarattı. Hatta, Bu eseri okuyan İngiliz başbakanı Gladstone, Atlantis'i bulmak için bir keşif seferi düzenlemeye önermişti. Ancak, bu öneriyi meclisten geçiremedi. Donnelly'in eseri gerçekten büyük ve titiz bir araştırmaya dayanıyor, ve Platon'un klasik Atlantis tezini doğrulamaya çalışıyor. Kitabın ilk bölümünde Donelly, ortaya attığı fikirleri şöyle sıralıyor:"1. Bir zamanlar Akdeniz’in girişi karşısında ve Atlas Okyanusunda Atlantik bir kıtanın kalıntısı olan büyük bir ada vardı. Bu ada kadim dünyada Atlantis olarak bilinirdi."2. Platon tarafından bu ada konusunda yazılanlar masal değil, gerçek tarihtir. "3. Atlantis insanların ilkel bir durumdan uygarlığa eriştiği yurttu."4. Zamanla o yüksek nüfuslu ve güçlü bir ülke oldu, Oradan göçen halklar Meksika körfezi, Mississippi nehri, Amazonlar, Güney Amerikanın Büyük Okyanus sahilleri, Avrupa ve Afrika'nın batı sahilleri, Baltık, Karadeniz ve Hazar Denizi civarlarında uygar topluluklar kurdular."5. O gerçek tufan öncesi yurttu; Aden (Cennet) Bahçesi; Hesperides bahçeleri; Elysian yaylaları; Mesomphalos; Olympos; Kadim ülkelerin Asgard'ı; evrensel olarak belleklerde kalan, ilkel insanlığın barış ve mutluluk içersinde yaşadığı bir yurttu."6. Kadim Grek, Finikeli, Hindu ve İskandinav tanrı ve tanrıçaları Atlantis'in kralları, kraliçeleri ve kahramanlarıydı. Mitolojide onları içeren olaylar gerçek tarihi olayların belleklerde karıştırılarak aktarılması idi."7. Eski Mısır ve Peru Mitolojisi Atlantis'in esas dini olan Güneş Dinin kalıntılarıdır."8. Atlantis'in en eski kolonisi muhtemelen Mısır'dı. Onun uygarlığı da Atlantis'in kopyasıdır."9. Avrupa'da bronz çağı aletler Atlantis'dendi. Atlantisliler ayrıca demiri ilk işleyenlerdendi."10. Bütün Avrupa alfabelerinin anası olan Finike alfabesi Atlantis kökenlidir. Ayrıca bu alfabe Atlantis'den Orta Amerika'daki Maya'lara aktarıldı."11. Atlantis, Ari, veya Hint-Avrupalı ırkların yurtları olmakla beraber Sami (Yahudi ve Arap) kavimlerin ve muhtemelen Turanlıların (Türklerin) ana yurduydu."12. Atlantis korkunç bir doğal felakette nüfusun çoğunla yok oldu."13. Felaketten gemiler ve sallarla kurtulan birkaç kişi dünyanın dört yanına günümüze kadar kalan tufan öykülerini yaydılar."Yukarda saydığımız ilkeleri kanıtlamak için Donelly, Congress kütüphanesinde ve Smithsonian Enstitüsünde yaptığı araştırmalara dayanarak 500 sayfalık kitabında eski ve yeni dünya arasındaki etnik, mitolojik, dini, dil, sanat, mimari, tarım, evcil hayvan benzerliklere işaret eden 650 kanıtı toplayarak bunların ortak bir kaynaktan geldiğini belirtmişti. Ayrıca, jeoloji, deniz coğrafyası, bitki ve hayvan türlerindeki kanıtlara değindi. 1883'de "Ragnarök, the Age of Fire and Gravel"(14) adındaki eserini yayınladı. Bu kitapta tufandan da önce, bir felakette dünyaya bir kuyruklu yıldızın çarptığını iddia etmekteydi (Platon'un Phaeton'u).Atlantis konusu 1888'de yayınlanan ve Teosofik Cemiyetinin kurucularından Madame Helena Petrova Blavatsky tarafından kaleme alınan "Gizli Doktrin" (15) adlı eserinde işlenmişti. Blavatsky'nin iddialarına göre Atlantis dördüncü kök ırkın yurduydu. Kök ırk tezine göre, birinci kök ırkını oluşturan ilk insanlarının yurdu kuzey kutbuymuş; ikinci kök ırkın yurdu Kuzey Asya'daymış; üçüncü kök ırkın yurdu Büyük Okyanus'ta Mu (Lemurya) adında batmış bir kıtada bulunuyormuş; dördüncü kök ırkı Atlantislilermiş; ve beşinci kök ırkı, bizim genel olarak bildiğimiz insanlık ve bilinen tarihte yer almaktadır. Her ırk bir kıyamet sonucu yok olmaktadır, bu kıyametten kurtulan birkaç kişi, yeni ırkın prototipini belirlermiş.Blavatsky'e göre altıncı kök ırkın prototipi şu anda belirlenmektedir ve yedinci kök ırkı ile devre tamamlanmış olacaktır. Her kök ırkta ayrıca yedi alt-ırkı varmış ve onların her birinde yedi dal ırkı varmış. Atlantisli yedi alt ırkları sırasıyla şunlardır: Mu asıllı Rmoahaller, Tlavatliler, Toltekler, Turanlılar (Türklerin ataları), Samiler, Akkadlılar ve Moğollar. Teosofik görüşle Atlantis konusu 1914 yılında W. Scott-Elliot', "The Story of Atlantis" adlı eserinde daha ayrıntılı olarak işlendi.Atlantis birçok kurgu romanının konusu olmuştur. Jules Verne, H.G. Wells ve Conan Doyle gibi tanınmış yazarlar onu romanlarına işlemişlerdi. Bunun dışında medyum kanalı ile Atlantis konusunda türlü fantastik kitaplar kaleme alınmıştır. Bunların haricinde klasik tezden uzaklaşıp Atlantis’in İsveç'te, İsrail'de, Kuzey Kutbu'nda, Spitzbergen adasında, Amerika'da, İspanya'da, Tunus'ta, Kafkasya'da, Almanya'da ve son olarak Thera veya Santorini (16) adasında ve daha nice yerlerde olduğunu iddia eden eserler yazıldı. Bir gözlemciye göre (30 yıl önce) Atlantis konusunda 20,000 kitap yazılmıştır. Donnelly'nin varisleri arasında İskoçyalı Lewis Spence (1874-1955) önemli bir yer işgal eder. Mitoloji ve folklor konusunda bir uzman olan Spence aynı zamanda birçok dilli ana dili gibi konuşan bir dil uzmanıydı. Eserleri arasında şiir ve mitoloji kitapları, bir okültizm ansiklopedisi; Mısır, Meksika, Peru, Babil, Kelt vs. uygarlıkları üzerinde 40 küsur kitabı vardır. Atlantis konusunda birçok kitap yazdığı gibi, Mu hakkında bir kitap da yazmıştı. Spence, "the History of Atlantis"(17) adında eserinde Atlantis'in tarihini çeşitli folklor, mitoloji ve tarihi kayıtlara dayanarak ortaya çıkarmaya çalışmıştı ve Donnelly'nin gözlemlerine yenilerini eklemişti. "The Occult Sciences in Atlantis" (18) adlı eserinde Atlantisliler’in gizli ilimlerini diğer uygarlıklardaki kalıntılarından belirlemeye çalışmıştı. İkinci Dünya Harbi sırasında yazılan "Will Europe Follow Atlantis"(19) kitabı sübjektif bir açıdan konuyu elle alarak, uygarlığın çöküşü tekrar Atlantis felaketini andıran büyük bir felakette yol açabileceğini ortaya atmıştı. Spence, "The Occult Causes of the War" kitabında aynı konuya deyinerek Nazilerin şer güçlerle ittifak kurduklarını ileri sürmüştü. Ayrıca, "The Problem of Atlantis" ve "Atlantis in America" kitaplarını da yazdı.Atlantoloji konusunda önemli bir eser Atlantis’i Maya kültürü açısından inceleyen Stacy-Judd'un "Atlantis-Mother of Empires"(20) aynı dönemlerde yazılmıştı.Spence'in her ne kadar Nazilerden nefret ettiyse de, Almanya ve Avusturya'da bazı Naziler Spence'in kitaplarına önem veriyorlardı ve Atlantis'in "üstün Ari ırk"ın beşiği olduğu konusunda fikir beyan ediyorlardı. Nazilere karşı olan Antroposofi'nin kurucusu Avusturyalı okültist Rudolf Steiner Atlantis konusunu kitaplarında işlemişti, ancak kaynak olarak kendi duyu-üstü yeteneklerini veriyordu. Avusturyalı Kosmolog Hans Hoerbiger'in tezleri Hitler tarafından benimsenmişti ve Atlantologlardan taraftar toplamıştı. Bunların arasından H.S. Bellamy, "The Atlantis Myth" (21) adlı kitabı yazmıştı. Bellamy, Hoerbiger'in görüşlerine dayanarak ayın aslında dünyanın yer çekimi tarafından yakalanmış bir gezegen olduğunu ileri sürmüştü. Ayın aniden dünya tarafından yakalanması ve yörüngesi dünyağa gittikçe yaklaşması, onun yer çekimi dünyanın ekvatorü etrafında denizin kabarmasına yol açmasına neden veriyormuş. İşte bu su kuşağı Atlantis'in aniden batmasına ve deniz altında kalmasına sebep olmuş. Otto Muck isminde bir Alman kaşifinin yazdığı "Atlantis Über Alles" (22) bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan biridir. Otto Muck'a göre Atlantis felaketinin en akla yatkın izahı 11,000 yıl önce büyük bir göktaşı (asteroid) yeryüzüyle çarpışmasıdır. İkinci bölümde göreceğimiz gibi böyle bir olay için oldukça fazla kanıt var.Atlantis konusunda yazılan klasik eserler titizlikle, mantıkla ve büyük araştırmalara dayanarak hazırlanmıştır. Atlantis'in kanıtları ortadadır, bunları incelemeden inkar etmek bilime ters düşer. Ne yazık ki, mitoloji, etnoloji, antropoloji, jeoloji, deniz coğrafyası, astronomi gibi nice konuları bilmeyenler, bu konuları içeren kanıtlara karşı alaycı bir şekilde inkar etmektedirler, inkar ederken de verdikleri nedenler hayret edilecek derecede gelişi güzel, ve bilimsel düşünceden yoksun olmaktadır. Batıda, bazı çevrelerde bilimsel ideolojide bu keyfi "akademik" zihniyeti sürerken, Soviyet bilim adamları Atlantis konusunda daha sıcak bakmışlardır. Bu Rus bilim adamları arasında V.A. Obrutchev, N. Lednev ve E. Hagemeister, ya doğrudan Atlantisi kabul ediyorlar, ya da en azından varlığının bilimsel olağanını onaylıyorlar. (23)"Bermuda Şeytan Üçgeni"in (24) yazarı Charles Berlitz, Amerika'da meşhur Berlitz lisan okullarını açan şahısın torunudur. Herhalde bu sebepten olacak ki, 37 dilli bilmektedir. Dalgıçlık ve deniz altı araştırmalarında uzman olan Charles Berlitz, Atlantoloji konusuna iki önemli eser bırakmıştır. "The Mystery of Atlantis" (25) ve kısmen "Mysteries from forgotten Worlds" (26), ayrıca Bermuda Şeytan Üçgeni konusunda diğer kitaplarında Atlantis konusunu kısmen işlemiştir (27). Berlitz'in Atlantoloji'ye katkısı konunun güncelliğini koruyarak, bu konuda çok ilginç denizaltı bulguları açıklamasından kaynaklanır.Kaynakça(1) Tufan konusunda daha ayrıntılı bilgi isteyenlere birkaç Türkçe kitap önermek mümkün. Orhan Hançerlioğlu'nun,"İslam İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984 (s. 660); Orhan Hançerlioğlu'nun, "İnanç Sözlüğü", Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, (s. 649); Arza Erhat,"Mitoloji Sözlüğü", Remzi Kitabevi, 1972, 1978 (s. 315); Charles Berlitz, "Kıyamet Günü", Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1981; Peygamberler Tarihi, M. Asım Köksal, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1990(2) Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, C.W. Ceram, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1986, Gods, Graves and Scholars, C. W. Ceram, Victor Gollancz ltd., London, 1949, 1955(3) The Bible as History, Werner Keller, William Morrow and Co., New York, 1956,(4) Vanıshed Cities, Hermann ve Georg Schreiber, Weidenfeld and Nıcholson, London, 1955, 1958(5) Marco Polo'nun Geziler Kitabı, Çev. Ömer Güngören, Yol Yayınları, İstanbul, 1985, The Travels of Marco Polo, Signet, Chicago, 1961(6) Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler (2)(7) Gılgamış Destanı, Sanders'in İngilizcesinden çeviren Sevin Kutlu ve Teoman Duralı, Hürriyet Yayınları, l973. Ayrıca Muzaffer Ramazanoğlu tarafından çevrilen Gilgames Destanı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1989. The Epic of Gilgamesh, Çev. P. K. Sanders, Penguin Classics, 1960, 1966(8) Çarpışan Dünyalar, Dr. Immanuel Velıkovsky, çev. Suavı Eyice ve Dr. Hasan Külünk, Çağlayan Basımevi 1985. (Bu eser orijinalinin sadece birinci cildini [Venüs bölümü] kapsar.) (9) Broca's Brain, Carl Sagan, Coronet Books, 1974, 1980, (sayfa 100-160, Venus and Velikovsky), The Stars in their Courses, Isaac Asimov, Panther, 1975,1979, (sayfa 48-62, Worlds in Confusion)(10) Worlds in Collision, İmmanuel Velikovsky, Doubleday & Co., New York, 1950. Bu kısım Suavi Eyice'nin çevirisinde olmadığı için yeni bir çeviridir.(11) Timaios'dan alınan bu bölüm sadeleştirilmiş yeni bir çeviridir. Hem Türkçe çevirisine, hem de çeşitli İngilizce çevirilerine başvurulmuştur. Zaman zaman, önceki Türk çevirisine benzer ifadeler görülürse şaşmamak gerekir. M.E.B. tarafından yayınlanan bu çeviri iyi bir çeviridir. Ancak yabancı dillerdeki aslı ile hafif nüans farkları görüldüğü yerde, yabancı dildeki anlamı esas alınmıştır. Timaios, Eflatun (Platon),Çev. Erol Güney ve Lütfi Ay, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1989.(12) Kritias, Eflatun, Çev. Erol Güney ve Lütfi Ay, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1988. Ruh ve Madde Yayınları 1973, Eylül sayılarından itibaren kısım "Eflaun'a göre Atlantis" başlıklı "Kritias"ın bu çevirsini yayınladılar, ancak Timaios diyalog'undaki önemli kısımları atladılar.(13) Atlantis, the Antediluvian World, Ignatius Donnelly, Dover publications, New York, 1976(14) The Destruction of Atlantis, Ragnarök: The Age of Fire and Gravel, Ignatius Donnelly, Steiner Books, New York,1972(15) The Secret Doctrine, H. P. Blavatsky, Theosophical University Press, Pasedena, California, 1963(16) Voyage to Atlantis, James W. Mavor, Fortana, London, 1969, 1977(17) The History of Atlantis, Lewis Spence, Rider & Co., London, 1926(18) The Occult Sciences in Atlantis, Lewis Spence, The Aquarıan Press, 1970(19) Will Europe Follow Atlantis, Lewis Spence, Rider & Co., London, 1942(20) Atlantis, Mother of Empires, Robert B. Stacy-Judd, Devorse & Co., Santa Monica, California, 1939, 1972(21) The Atlantis Myth, H.S. Bellamy, Faber and Faber, London.(22) The Secret of Atlantis, Otto Muck, Almanca'dan İngilizce'ye çeviren Fred Bradley, Book Club Associates, London, 1978(23) Atlantis from Legend to Discovery, Andrew Tomas, Sphere Books, London, 1972, 1974(24) The Bermuda Triangle, Charles Berlitz, Doubleday & Co., 1974, Bermuda Şeytan Üçgeni, Charles Berlitz, Çev. Belkıs Çorakçı, Karacan Yayınları, 1981(25) The Mystery of Atlantis, Charles Belitz, Panther, Herts, 1969, 1977. Atlantis'in Esrarı, Charles Berlitz, Çev. Belkıs Çorakçı, Milliyet Yayınları, 1976(26) Myterıes from Forgotten Worlds, Charles Berlitz, Souvenir Press, London, 1972(27) Without a Trace, Charles Berlitz, Souvenir Press, London, 1977
Kral Atlas

Atlantis'in efsanesinin bir hayal ürünü olduğunu savunanlar onun tek dayanağının Platon olduğunu iddia ediyorlar. Platon'un yetiştirdiği Aristoteles ise, bu öykünün masal olduğunu inanlar arasındandı. Oysa, bu öyküye inanan Platon'un başka talebeleri de olmuştur. Mesela, Platon'dan 33 sene sonra ölen Crantor, Sais'teki Mısır rahiplerinin bazı Greklere Atlantis tarihini üzerinde yazan iki demir sütunu gösterdiklerini yazmıştı. Akademi öğrencileri arasında asi olarak tanınan Aristoteles, bilime büyük katkılarda bulunduğu halde, bazı yanlışları yüzyıllardır bilimi geri tutmuştur. Aristoteles göktaşları inkar ederdi, ona göre gök yüzü mükemmeldir ve taşlar toprak elementin hakim olduğu yerküreye aittir. Ayrıca, Pythagoras'un öğrettiği güneş merkezi (heliocentric) sistemi yerine dünya merkezi (geocentric) sistemini öğretmekle kilisenin Galeleo'ya karşı suçlanmalarına malzeme olmuştu.
Plutarkhos'a göre Sais şehrinde Solon'a ders veren rahibin adı Sonchis idi. İskenderiyeli Clemens'e göre bu aynı zamanda Pythagoras'a ders veren Mısırlı rahibin adıymış, bunların aynı kişi olmaları arada geçen süre açısından pek mümkün olmayabilir. Proclus'a göre Solon Sais şehrinde rahip Pateneit, Heliopolis şehrinde rahip Ochlapi ve Sebennytus şehrinde rahip Ethimon tarafından ders almıştı.
Platon'un hem Kritias, hem de Solon'la akrabalığı vardı. Ayrıca, kendisi de Mısır'ı ziyaret ederek birkaç yıl kalmış ve inisiye olmuştu. Onun için, bazı Atlantologlar onun Atlantis konusunu yazmadan önce, bu konuda bilgileri topladığı fikrindeler. Ancak, Platon'un açıkladığı öykü, benzer öykülerle ilginç bağlantıları vardır. Greklerin ve hatta Avrupa'nın en eski edebiyatı Homeros'un İlyada'sı ve Odysseia'sı, ve Hesiodos'un Theogonia'sıdır. Homeros Atlantis'in adını aldığı, ve Platon'a göre onun ilk krallarından olan Atlas hakkında şunları söylüyordu, "Denizlerin göbeğinde bir adada, bol ağaçlı bir adada, bir tanrıça bulunmakta, kötü yürekli büyücü Atlas'ın kızı. Bütün denizlerin diplerini gören Atlas, yeri ve göğü birbirinden ayıran sütunları omzunda taşır" (30). Atlas konusunda (Homeros'ta tek söz edilen yer) bu kısa satırlarda onun deniz dipleri iyi bildiğini yazıyor. Bu onun yurdunun, deniz dipleri boyladığı anlamına gelen kadim bir hatıra olabilir mi? Kızı Calypso'un (Karaib adalarının Kalipso müziği adını ona borçludur) hüküm sürdüğü Ogygia adası Atlantis arda kalan bir ada olduğu düşünmek de mümkün. Grekçe'de Atlantis, "Atlan'ın kızları" anlamına gelir. Atlas'ın kızlarından biri Maya'dı. Atlantalog Stacy-Judd'a göre bu Meksiko-Yucatan'daki Mayaların Atlantis bağının bir göstergesidir. Plutarchus'a göre Ogygia adası İngiltere kıyılarından beş günlük bir deniz seferi mesafesinde idi.
Atlas'ın dünyanın ucunda (batıda) yerle göğü ayıran sütunları tutuğu konusuna gelince, eski inançlardaki birçok mitolojilere göre, yaratılışta yer ve gök ayrılmıştı. Tufanda gök yere inmişti. Tevrat'ta bu konuda şöyle yazar, "Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı...Ve Allah dedi: Suların ortasında kubbe olsun, ve suları sulardan ayırsın. Ve Allah kubbeyi yaptı altında olan suları, kubbe üzerinde olan sularda ayırdı; ve böyle oldu. Ve Allah kubbeye Gök dedi" (31). O halde, kadim kozmoloji açısından Atlas'ın sütunları tutmakla tufanı oluşan sel sularını bir daha yeryüzüne inmesini önlemektedir.
Hesiodos ve başka Greklerin mitoslarında Atlas bir Titan'dı. Titanlar, Gök tanrısı Üranus ve toprak tanrıçası Gaia'nın birleşmesinden gelen yarı tanrı melez ve dev bir ırktı. Onlar merkezleri olan Othrys dağından Olympus dağındaki tanrılara karşı savaş açtılar ve yenildiler. Zeus onların her birine bir ceza vermişti. Titan Prometheus insanlara ateş yakmaya öğrettiği için (ışık getirdiği için), cezası Kafkas dağlarında ebediyen karaciğerinin kartallar tarafından parçalanıp yenilmesiydi. Diğer Titanlar yer altında Tartaros'e mahkum oldular. Atlas ise dünyayı sanıldığı gibi sırtında değil, göğü tutan sütunları taşımakla cezalandırılmıştı. Titanlar ve savaşları Platon'un kadim Atlantis Akdeniz savaşı ile benzer yanları vardır. Ayrıca ileride göreceğimiz gibi, Tevrat ve başka kutsal kitaplarda anlatılan tufan öncesi dünyaya benzer yanları da var.
Homeros destanının ilginç yanı yıllardır denizlerde, evinden uzak yaşayan Troya savaşının kahramanı Odysseia sürekli Atina'nın koruyucu Tanrıçası Athene tarafından deniz tanrısı Poseidon'a karşı himaye edilmesidir. Poseidon'de Platon'a göre kadim Grekler'in düşmanı Atlantis'in kurucusu ve Atlas'ın babasıdır. Bu da, Troya'nın aslında Atlantis'e bağlı olduğu konusunda bazı iddiaları desteklemektedir.
Hesiodos'a göre Atlas "beyaz adam" Yapetos'un oğludur. Yapetus'un kardeşleri de Kronos, Hyperion, Okyanus, Tethys ve Themis. Yapetus Nuh'un üç oğullarından biri olan ve aynı şekilde beyaz adam anlamına gelen Yafes (Yafet) ile aynı olabilir. Tevrat’ı yorumlayanlara göre, o Avrupalıların ve Türklerin atasıdır. Belki de, Atlas mitos'u en kadim çağlarda kökenleri vardır, onun öyküsünün bütünü belki de Hesiodus'un zamanlarında da unutulmuştu. Belki de, bir çok mitoslarda olduğu gibi, bunları Grekler kendilerinden önceki Pelask ve diğer Akdeniz kavimlerinden almışlardı.
Efsanelere göre Atlas Batıda Hesperides adalarında yaşamaktaydı. Bu adalar Hesperos gezegeni olan Venüs'ün batıda gün batımında gözüken yüzdür. Efsaneye göre, Atlas'ın oğlu Hesperos yıldızları astronom olan babası gibi gözlemek için Atlas dağına tırmanmış. Rüzgar onu alıp gök yüzüne götürmüş. Bu bakımdan Tevrat 'da Enok ve Kuran'da İdris'e benzer. Atlas'da üzüntüsünde Venüs gezegenine onun adını vermiş. Atlas'ın kızlar peri Hesperidler, Homeros'a göre batının en son durağında bu adalarda hüküm sürerler. Bu da, Atlantis'i anımsatır. Grek efsanelerinde Herakles'in dev yapısı, hayvan postaları, kullandığı kaba güç ve elinde taşıdığı sopa ile bir mağara adamına andırıyor. Aynı Sümer efsanelerde kral Gilgameş'in dostu Enkidu gibi. Mitolojide Herakles'e ceza olarak on iki görev verilmişti. Bu görevlerin çoğunda Herakles canavarlarla boğuşup, kaba güçle onları yeniyordu. Diodorus'a göre Herakles kadim bir çağda, Hindistan'ı vahşi ve saldırgan hayvanlardan temizlemişti. Herakles'in on birinci görevi Hesperides adalarında Ladon isminde bir yılanın koruduğu altın elmaları almaktı. Bu elmalar vaktiyle toprak tanrıçası Titaea tarafından Zeus'a hediye edilen bir ağaçta büyüyorlardı. Zeus bu ağacı Hesperides adasına koyarak Hesperidlerin (kızlarının) korumasına teslim etmiş. Ancak onların elmaları sürekli yemelerinden dolayı, yılanı ağacı korumaya görevlendirdi. Bu öyküdeki Adem ve Hava öyküsüne benzerlikleri ilginçtir. Herakles Hesperides adasına gittiği zaman Atlas ile karşılaşır. Atlas göğü yerden ayıran sütunları taşımaktadır ve Herakles altın elmaları sorduğunda Herakles'in bir süre sütunları tutmasını, o arada kendisinin de altın elmaları alıp ona teslim edeceğini söyler. Bunu Herakles kabul eder. Atlas da söz verdiği gibi altın elmaları getirir, ancak döndüğünde sütunları tekrar omuzlamaktan kaçınır. Herakles omzundaki kemeri düzeltmek bahanesi ile yükünü bir süre için Atlas'a devretmeye teklif eder. Bu basit hileye kanan Atlas sütunları tekrar yüklenir, ama Herakles yükü tekrar kabul etmeyip yoluna devam eder ve altın elmaları tanrıça Athena'ya adar. Burada ezoterik olarak Poseidon-Atlas-Atlantis'ten Athena-Greklere bir devir gözükmektedir.
Altın elmalar konusu Konkiskador'ların Peru’yu fethetmeleri ile yeniden gündeme geldi. Onlar, İnka kralının sarayındaki bahçesinde, üzerinde altın meyveler asılı olan suni bir ağaç buldular. Hemen onu söküp İspanya'ya gönderdiler. Orada diğer İnka sanat eserleri gibi İspanyol krallının hazinesi için eritildi (32).
700 km uzunluğunda Atlas dağları Fas'tan Cezayir'e uzanır. Tarihçi Halikarnassus (Bodrum)'lu Herodotos (M.Ö.484-420) Platon'dan önce yaşıyordu. Herodot yazdığı tarihinde Atlas dağları hakkında şöyle yazıyor, "Her yanı sarp ve sivri bir dağdır, o kadar yüksektir ki, derler, tepeleri görülmez, doğusunu saran bulutlar, gerçekten, yaz kış dağılmazlarmış. Yerliler bunun bir gökyüzü direği olduğunu söylerler. Yerliler adlarını bu dağdan almışlardır. Gerçekten bunlara Atlant'lar denir. Canlı bir şey yemezler ve rüya görmezler"(33). Atlas da dağların hemen ardından Herakles sütunları (Cebellütarık), onun ardından Atlas Okyanusu geliyor. Belki de Atlantis'de gerçek Atlas Dağların batması ile Kuzey Afrika'daki Atlas dağları sonradan isimlerini aldı. Herodotos'a göre Herakles (Herkül) mitosunu Grekler Mısır'dan almışlardı. Ona Mısırlı rahipler, Herakles'in Amasis'den 17,000 sene önce yaşadığını anlatmışlar. Diodorus'a göre Herakles Hindistan'da bir kralmış ve astronomi örenmek için (Atlantis'teki) kral Atlas'ın yanına gelmiş.
Son olarak Gilgameş efsanesine dönelim, "Bu bulut fırtınanın efendisi Adad'ın bulunduğu yerde gürledi". Fırtına efendisi Adad'ın bulunduğu yer neresiydi?"Sıcak iklim hayvan ve bitki artıklarının kutup bölgelerinde bulunması, mercan ve palmiyelerin kuzey kutupunda bulunması... böyle değişimler, ancak yerkürenin, ya dönüş hızındaki bir aksaklığın, ya da coğrafik veya astronomik ekseninin yönünde doğan ani bir hareketten doğabilir" Velikovsky, "Earth in Upheavel"


"Sırtında taşıyacaktı hep
Ezici dünyanın zalim ağırlığını,
Göğün kemerini de.
Omuzlarındaki o büyük sütun
Toprakla göğü ayıracaktı;
Kolay değildi bunların taşınması."
Hamilton

"Atlas zorlu bir baskı altında kaldı
Dünyanın bittiği bir yerlerde,
Güzel sesli akşam perilerin karşısında
Dimdik durup ayakta tutuyordu göğü

Gurdjieff

Gurdjieff, G. I.
Michel de Salzmann
GURDJIEFF, G. I. (1877?-1949), Georgii Ivanovich Gurdzhiev; yeni dinsel ve psikolojik öğretiler alanında esrarengiz bir kişi ve etkisi gittikçe artan bir güç olan Yunan-Ermeni asıllı bir ruhsal öğretmen. Bildik Hristiyan mistiği imajından çok bir Zen ustası veya bir Sokrat figürüne benzeyen Gurdjieff, onu tanıyanlar tarafından tek kelimeyle insanların benzersiz bir “uyandırıcısı” olarak görülürdü. Batı’ya ezoterik bilginin etraflı bir modelini getirdi ve ardında bilincin geliştirilmesi için özel bir metodolojiyi barındıran bir okul bıraktı.
Gurdjieff bilinç teriminden zihinsel farkındalık ve faaliyetten çok daha fazlasını anlardı. Ona göre bilince dair kapasite zihin, duygu ve bedenin birbirinden ayrı enerjilerinin uyumlu bir karışımını gerektirir ve sadece bu, idrak, buddhi veya atman gibi geleneksel görüşlerin çağrıştırdığı daha yüksek etkilerin insanın içindeki faaliyetine izin verir. Bu açıdan, şimdiki haliyle insan, aslında dış uyaranın etkisi altındaki otomatik koşullanması ile bilinçsizce yönetilen tamamlanmamış bir varlıktır. Gurdjieff’in geniş çeşitlilikteki metotlarının hepsi “gerçek insan”ın kendisinin bilincinde olmasını ve ruhsal özelliklerini, yani irade, bireysellik ve objektif bilgiyi gerçekleştirmeye yönelik araçlar olarak anlaşılabilir. İnsanın tekamülü hakkındaki öğretisi ve bu metotlar, kendi yazılarında ve P. D. Ouspensky’nin In Search of the Miraculous (New York, 1949) (Mucizevi Olanın Peşinde) adlı eserinde ayrıntılarıyla açıklanan dev bir kozmolojik fikirler ağında yer almıştır.
Gurdjieff hayattayken 1920’lerde hakkında yazılan sansasyonel basın hikayelerine rağmen takipçileri dışında hemen hemen hiç kimse tarafından tanınmıyordu. Ancak 1950’lerden itibaren fikirleri hem kendi yazılarının basılmasıyla hem de öğrencilerinin tanıklıklarıyla yayılmaya başladı. Kendine özgü sıra dışı karakteri, özellikle hayatın her durumunu öğrencilerine kendileri hakkındaki tam gerçeği hissetmelerine yardımcı olmak için araç olarak kullanmadaki dehası, fikirlerinin bütünlüğünü yıllarca gölgeleyen sayısız yanıltıcı hikayeye yol açtı. Ancak bugün, Gurdjieff öğretisi bu dedikodu ve kinaye arka planından sıyrılmış ve modern zamanların en içe işleyen ruhsal öğretilerinden biri olarak tanınmak üzere ortaya çıkmıştır.
Gurdjieff Rusya’nın güney Transkafkasya bölgesinde Alexandropol’de doğdu. Babası Yunanlı, annesi Ermeni’ydi. Sıra dışı yetenekte bir çocuk olduğu için Ortodoks Kilisesi’ndeki özel öğretmenler ona ayrıcalık tanımışlar ve hem rahiplik hem de tıp konusunda erkenden eğitilmiştir. Gurdjieff daimi ezoterik bilgi çizgisinin bir yerlerde hala korunduğuna kanaat getirerek nihai cevapları araştırmak için akademik yolu bıraktı. Yirmi yıl kadar (1894-1912) çok eski geleneklerin çekirdeği üzerine araştırmalarını –çoğunlukla İç Asya ve Orta Doğu’da– sürdürdü. Otobiyografik öyküsü Meetings with Remarkable Men (Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar)’de önemli olaylardan bahsedildiği halde hayatının bu bölümü bir sır olarak kalmıştır.
Gurdjieff 1913’te tamamen geliştirilmiş bir öğretiyle Moskova’da ortaya çıktı ve esas olarak aydın sınıftan gelen öğrenci gruplarını organize etmeye başladı. Buradan sonra hayatının ana hatları daha açık şekilde izlenebilir. Hem Rus yazar P. D. Ouspensky hem de besteci Thomas de Hartmann, Gurdjieff’in, Bolşevik Devrimi’nin ve onu ve takipçilerini önce Kafkasya’ya (1917) sonra İstanbul’a (1920) ve sonunda Fransa, Paris’in güneyindeki, İnsanın Uyumlu Gelişimi Enstitüsü’nü Prieure d’Avon’da daha sağlam bir temelde 1922’de kurduğu Fontainebleau’ya getiren yolculuğun zorlukları sırasında çalışmalarını sürdürüşünü anlatmışlardır.
Enstitü’nün doktrini ve deneysel metotları İngiltere ve ABD’den Gurdjieff’le tanışmaya ve sonunda onunla çalışmaya gelen pek çok önemli sanatçı ve entelektüeli çekti. Maurice Nicoll, Jane Heap ve Katherine Mansfield gibi pek çokları, bu öğretiyle The New Age’in meşhur eleştirmeni ve editörü A. R. Orage ve P. D. Ouspensky aracılığıyla tanışmışlardır.
Gurdjieff 1924’ün başında büyük bir öğrenci grubu eşliğinde ABD’ye ilk ziyaretini gerçekleştirdi; kutsal danslar çalışmasının herkese açık bir dizi performansını, çoğu New York’ta olmak üzere, sergiledi. Amacı objektif bir “hareketler bilimi”nin unutulmuş prensiplerini ve bunun, ruhsal gelişim çalışmasındaki özel rolünü göstermekti.
1924 yazında, neredeyse yaşamını yitirdiği bir araba kazasından sonra Gurdjieff, enstitüsünün faaliyetlerini ve takipçi çevresini azaltmaya ve fikir mirasını yazılı şekilde güvenceye almaya karar verdi. 1934’te yazılarının ilk iki serisini ve üçüncünün bir kısmını tamamlamıştı. Bu arada eski öğrencileriyle teması sürdürmüş, ABD’ye iki kez (1929 ve 1933’te) dönmüş ve Paris’e kesin olarak yerleşmişti.
Gurdjieff 1935’te sonraları çalışmasının sürdürülmesinden sorumlu olacak olan en yakın öğrencisi Jeanne de Salzmann’ın desteğiyle gruplarla çalışmasına yeniden başladı. Takipçilerinden had safhada ketumluk talep edilmesine rağmen Fransa’daki gruplar savaş sırasında bile sürekli olarak genişledi ve Rene Daumal, Kathryn Hulme ve P. L. Travers gibi edebiyat, sanat ve tıpta göze çarpan kişileri kapsadı. Savaştan sonra Gurdjieff’in uluslararası öğrenci ailesi tekrar etrafında toplandı. Amerika’ya son ziyaretini Aralık 1948’de gerçekleştirdi ve hastalığına rağmen Paris’te bir sonraki yılın 29 Ekim’inde ölene kadar çalışmasına yoğun şekilde devam etti.
İngilizce’de ilk kez 1950’de yayınlanan Beelzebub’s Tales to His Grandson (Beelzebub’un Torununa Hikayeleri) onun başyapıtı; insanın Yeryüzü’ndeki bütün hayatının uzak bir dünyadaki varlıklar tarafından görülürcesine emsalsiz genişlikte ve panoramik bir manzarasıdır. Bu eser kozmik bir alegori aracılığıyla ve daldan dala atlayan anekdotlar ve kışkırtıcı dil bilimsel işlemeler paravanı altında Gurdjieff’in öğretisinin temellerini nakleder. 1963’te yayınlanan Meetings with Remarkable Men Gurdjieff’in gençliğinin hikayesini ve bilgi için durmak bilmez araştırmasını anlatır. Gurdjieff başlangıçta üçlemesini Life is Real Only Then, When “I Am” (Hayat Ancak “Ben Olduğumda” Gerçektir) başlıklı son bir seriyle tamamlamaya niyetliydi; ancak müsvedde hiçbir zaman tamamlanmadı ve bir kısmı kayboldu. Geri kalan kısmı, düzeltilmemiş parçalar halinde 1981’de yayınlandı. 1973’te yayınlanan Views from the Real World (Gerçek Dünyadan Manzaralar), Gurdjieff tarafından 1920’lerde yapılan ve öğrencileri tarafından kaydedilen konuşmaların bir derlemesidir. Gurdjieff ayrıca Thomas de Hartmann ile iş birliği içinde bestelenen büyük miktarda müzik bırakmıştır. Bu müziğin bir kısmı Gurdjieff’in öğretisinin temel bir bölümünü oluşturan hareketlere ve kutsal danslara eşlik etmek üzere kullanılmıştı ve bu, öğrencileri tarafından belgelenmiş ve korunmuştur.
Gurdjieff tarafından öne sürülen özel çalışma ve karşılıklı araştırma, Batı dünyasındaki büyük şehirlerde, öğrencilerinin rehberliği altındaki kuruluş ve topluluklar aracılığıyla yürütülmüş ve genişletilmiştir. Öğrencileriyle bağlantılı olmamasına rağmen Gurdjieff’i takip ettiğini veya onun öğretisiyle bir ilgisi olduğunu iddia eden bazı başka gruplar da ortaya çıkmıştır.
~ • ~
Bu deneme daha önce The Encyclopedia of Religion, 16 cilt, baş editör Mirca Eliade, New York: Macmillan, 1987’de yayınlanmıştır.
English Copyright © 1987 Macmillan Publishing Companya Division of Macmillan, Inc.This webpage © 2003 Gurdjieff Electronic PublishingRevision: January 1, 2003

ALL AND EVERYTHING(HEPSİ VE HER ŞEY)
Üç Seride On Kitap
G. I. Gurdjieff


İLK SERİ: “An Objectively Impartial Criticism of the Life of Man” (İnsan Hayatının Objektif Olarak Tarafsız Bir Eleştirisi) veya “Beelzebub’s Tales to His Grandson” (Beelzebub’ın Torununa Hikayeleri) başlığı altında üç kitap.
İKİNCİ SERİ: “Meetings with Remarkable Men” (Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar) ortak başlığı altında üç kitap.
ÜÇÜNCÜ SERİ: “Life is Real Only Then, When ‘I Am’” (Hayat Ancak “Ben Olduğumda” Gerçektir) ortak başlığı altında dört kitap.
Hepsi bütünüyle yeni mantıksal muhakeme prensiplerine göre yazılmış ve tam anlamıyla aşağıdaki üç ana problemin çözümüne yöneltilmiştir:
İLK SERİ: Acımasızca, hiçbir uzlaşma olmaksızın, okuyucunun akıl yürütmesi ve duygularındaki, dünyada var olan her şeye dair yüzyıllardır kök salmış inanç ve görüşleri yok etmek.
İKİNCİ SERİ: Okuyucuyu yeni bir yaratım için gereken malzemeyle bilgilendirmek ve bunun sağlamlığını ve kalitesini kanıtlamak.
ÜÇÜNCÜ SERİ: Okuyucunun akıl yürütmesinde ve duygularında, şimdi algıladığı hayali dünyanın değil de gerçekte var olan dünyanın gerçek ve fantastik olmayan bir temsilinin doğmasına yardımcı olmak.
Dostça Tavsiye
[Basıma hazır olan bu kitabı yayıncıya teslim ettiği sırada yazar tarafından doğaçlama olarak yazılmıştır.]
Çağdaş insanların duyduklarından ve okuduklarından gelen yeni izlenimleri algılamadaki verimlilikleri hakkında yaptığım deneysel belirlemeler sırasında vardığım bir çok çıkarım ve sonuca göre ve tam şimdi hatırıma gelen, çok eski zamanlardan günümüze aktarılan bir halk deyişine göre: “Herhangi bir dua ancak üç kez söylenirse Yüksek Güçler tarafından duyulur ve uygun bir karşılık alınır:
İlki—kişinin anne ve babasının ruhlarının iyiliği veya huzuru için.İkincisi—kişinin komşusunun iyiliği için.Ve ancak üçüncüsü—kişinin kendisi için.”
Yayına hazır olan bu kitabın ilk sayfasında şunu tavsiye etmeyi gerekli buluyorum: “Yazılı açıklamalarımın her birini üç kez okuyun:
İlki—en azından tüm çağdaş kitap ve gazetelerinizi okumaya alışık olduğunuz mekanik şekilde.İkincisi—başka bir kişiye yüksek sesle okuyormuş gibi.Ve ancak üçüncüsünde—yazılarımın özünü çaba gösterip anlayın.”
Ancak o zaman yazılarım hakkında sadece kendinize özgü tarafsız yargınızı oluşturabileceğinize güvenebilirsiniz. Ve ancak o zaman beklediğim ve sizin için tüm varlığımla dilediğim özel faydayı anlayışınıza göre elde edebileceğinize dair umudum gerçekleşebilir.
Copyright © 1950 G. I. GurdjieffThis webpage © 2003 Gurdjieff Electronic PublishingRevision: January 1, 2003

G. I. Gurdjieff’in Yazılarına Giriş
J. Walter Driscoll
All and Everything (Hepsi ve Her Şey), Gurdjieff’in yazılarını oluşturan üç cildin hepsini kapsayan başlıktır. Gurdjieff bunlardan Birinci, İkinci ve Üçüncü Seriler olarak bahsetmiştir.
1. Beelzebub’s Tales to His Grandson(Beelzebub’ın Torununa Hikayeleri)
Bu devasa ve sert kitap ilk okuyuşta karmaşık metinleri hazmetmeye alışık olan okuyucular için bile göz korkutucudur. Hazinelerini vakitsiz veya yüzeysel analizle ortaya sermez; kişi görünüşte içine girilmesi imkansız olan karmaşıklığına yenik düşmemeli veya sarsıcı bir bilim-kurgu romanı şeklinde sunulmasına rağmen Beelzebub’s Tales’in aslında büyük felsefi, dini ve psikolojik fikirleri ve iç görüşleri aktaran bir araç olduğu gerçeğini göz ardı etmemelidir. Kitabın engelleri veya karmaşası asla sadece edebi bir kasıntılıktan kaynaklanmamaktadır. Kitap, çeşitli nedenler yüzünden bir labirenttir: Gurdjieff’in giriştiği şeyin alanı, derinliği ve karşılıklı ilişkileri yüzünden, yapısını detaylandıran mitlere özgü boyutlar ve epik unsurlar yüzünden, ve içerdiği pek çok derin ve rahatsız edici fikrin kolayca anlaşılamayacak olması yüzünden. Ciddi bir okuyucu Gurdjieff’in görünüşte kendini beğenmiş ama aslında gerçekten “dostça” olan tavsiyesini önemser, buna göre ancak üçüncü okuyuşta kişi “ana fikri çaba gösterip anlamaya” başlayabilir. Gurdjieff’in giriştiği şey, alçakgönüllülükten uzak adlar taşıyan kitaplarının sunmayı vadettiklerinden az değildir: gerçekten önemli olanın hepsi ve her şey.
Bu ilk serinin ana başlığı, Beelzebub’s Tales to His Grandson: An Objectively Impartial Criticism of the Life of Man (Beelzebub’ın Torununa Hikayeleri: İnsan Hayatının Objektif Olarak Tarafsız Bir Eleştirisi), kitabın yapısının etrafında döndüğü merkezdir. Torunu Hassein’le beraber uzay aracı Karnak’la kainatta seyahat eden Beelzebub, torununun eğitimini ilerletmeyi üstlenmiştir. Hassein 12 yaşında, duyarlı, akıllı ve meraklı bir çocuktur. Hassein uzayan seyahatleri sırasında Beelzebub’ı, gençliğindeki asiliği yüzünden sürgün edildiği uzak bir güneş sistemindeki bir gezegende yaşayan üç-beyinli acayip varlıklar hakkında detaylı şekilde sorgular. Hassein bu gezegenin üç-beyinli varlıklarının neden “geçici olanı Gerçek olarak” ele aldığını anlamaya çalışmaktadır. Beelzebub binlerce Yeryüzü yılını kapsayan bir zaman-ölçeğinde var olduğundan ve sürgündeyken Mars’ta ölçülemeyecek kadar uzun bir süre kaldığından, bu sürgün devresi ona gezegenimizin sakinlerini yakından gözleme fırsatını vermiştir. Beelzebub hikayelerini anlatır ve görünüşte Hassein’i bilgilendirmek için ama aslında bize hayatımızın tarafsız bir eleştirisini sunmak için Mars’taki gözlemevindeyken ve Yeryüzü’ne yaptığı altı uzun ziyarette yaptığı gözlemleri kullanır.
Bu olay örgüsü yapısı Gurdjieff’e elli sayfalık bir giriş bölümü olan “The Arousing of Thought” (Düşüncenin Uyanışı) ve aynı uzunluktaki son bölüm “From the Author” (Yazar’dan) arasında dengelenmiş epik bir platform sağlar. Bu uzun bölümlerde Gurdjieff okuyucuya doğrudan seslenir. Sona doğru Gurdjieff nihayet –ve karakteristik bir şekilde sadece sözün gelişi olarak– azalan “aktif dikkat” konsantrasyonu kapasitemize ve “otomatik çağrışımların” akışına olan bağımlılığımıza atıfta bulunur. İçimizdeki “otomatik çağrışım” akışının onun “aktif varlık akıl yürütmesi” dediği şeyin yerini aldığını ve kitabının dikkatlice okunmasının bu gizli fonksiyonu geliştirmeye yardım edeceğini söyler.
Beelzebub’s Tales’e ilişkin olarak abartı yetersiz bir ifadedir. Pek çok yönden eşsiz olan bu kitap, belki de yazarının okuyucularının tepkisini yirmi yıldan fazla bir süre boyunca dikkatle incelediği ve aklında bu gözlemlerle onu yeniden biçimlendirdiği tek kitaptır. Bu kitaptaki veya okuyucunun tepkisindeki hiçbir şey tesadüfi değildir. Beelzebub’s Tales Gurdjieff’in şüphesiz niyet ettiği gibi onunla ve onun fikirleriyle doğrudan tanışmak isteyenler için ilk buluşma zeminidir.
Beelzebub’s Tales ilk olarak All and Everything: Ten books in three series of which this is the First Series (Hepsi ve Her Şey: Bu kitabın İlk Seri olduğu on kitaplık üç seri) adıyla New York’ta Harcourt Brace tarafından 1950’de 1238 sayfa ve Londra’da Routledge & Kegan Paul tarafından 1950’de 1238 sayfa halinde basılmıştır. All and Everything, Beelzebub’s Tales ve An Objectively Impartial Criticism of the Life of Man ifadelerinin yeniden düzenlenmelerinden oluşan başlık çeşitlemeleri, basım hatalarının sürekli düzeltilmesi ve 1. baskıda eksik olan iki paragrafın eklenmesi hariç, kitabın metni Gurdjieff’in 1950’de ilk yayınladığı şekliyle kalmıştır. Bu metin o zamandan bu yana Dutton, Routledge & Kegan Paul tarafından ciltli ve kağıt kapaklı baskılarla ve yenilerde 1999’da Penguin / Arkana tarafından kağıt kapaklı baskıyla önceki baskıların çok küçük hataları düzeltilerek tekrar yayınlanmıştır. Beelzebub’s Tales to His Grandson: An Objectively Impartial Criticism of the Life of Man All and Everything / First Series [Revised Edition] (Yenilenmiş Baskı) bir istisnadır. New York ve Londra’da Viking Arkana tarafından 1992’de 1135 sayfa halinde editöre ait bir önsöz veya amacının, metot ve kaynaklarının tarifi olmaksızın yayınlanmıştır. Bu düzeltilmiş baskı selefinden daha anlaşılır çağdaş bir İngilizce içerir. Daha çok 1956’daki Fransızca çeviriye dayanır ve orijinal Rusça müsveddenin yeni incelemesini kapsar; ikisi de bazı yerlerde İngilizce metinden biraz farklıdır.
2. Meetings With Remarkable Men(Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar)
Orage’ın yayınlanmamış editör müsveddesinin ve orijinal Rusça müsveddenin gözden geçirilmesiyle oluşan Gurdjieff’in otobiyografisi otuz sayfalık bir girişle başlar. Gurdjieff burada edebiyatı “kendini mükemmelleştirme için baş zorlayıcı” olan zihni geliştirmek için başlıca araçlardan biri olarak ele alır ve bu amaçla ilişkili olarak çağdaş edebiyatın yozlaştırılmasına ağıt yakar. Okuyucuya “ciddi fikirleri ayartıcı, kolayca anlaşılır bir dışsal şekil altında saklama sanatında usta” hale geldiği sırrını açar. Takip eden on bölüm, yüzeyde Gurdjieff’in ailesini, okul öğretmenlerini, arkadaşlarını ve onun bilgi ve anlayış peşindeki araştırmasını paylaşan yoldaşlarını tarif etmeye adanmıştır. Gurdjieff’in –yüz yıldan daha fazla bir süre sonra şimdi detaylarından bir kaçı doğrulanabilen– çekici hayat hikayesinin dış görünümü altında varlığın gelişimine dayanan bilgiye ve “yeni bir yaratım için gereken materyal”e ulaştıracak bir psikospiritüel bilgelik geleneği yolundaki kararlı araştırmasının hikayesi yatmaktadır. Numaralandırılmamış son bölüm “The Material Question” (Maddi Konular) diye adlandırılan uzun bir hikayeyi içeren bir ektir, Gurdjieff burada kapsamlı araştırmalarının ve yönettiği Enstitü’nün nasıl finanse edildiği sorusuna içtenlikle karşılık verir. Yanıtlarken, amaçlarına ulaşma yolunda –söz konusu olan önemli finansal yükün yanı sıra– göstermek zorunda kaldığı zeka, çok yönlülük ve uzun süreli inisiyatiften bahsetmiştir.
Meetings with Remarkable Men ilk kez New York’ta Dutton tarafından 1963’te 303 sayfa halinde ve Londra’da Routledge & Kegan Paul tarafından 1963’te 303 sayfa halinde basılmıştır. Metin bir kaç kez, son olarak da Londra ve New York’ta Penguin Arkana tarafından 1985’te kağıt kapaklı baskıyla tekrar yayınlanmıştır.
3. Life Is Real Only Then When “I Am”(Hayat Ancak “Ben Olduğumda” Gerçektir)
All and Everything içinde Gurdjieff’in en içsel düşünüp taşınmalarını içeren, parçalar halinde bir çalışmadır. Kitabın neredeyse yarısını kapsayan bir önsöz ve girişten ve bunları takip eden beş kısa konuşmadan oluşur. “The Inner and Outer World of Man” (İnsanın İç ve Dış Dünyası) başlıklı son bölüm cümle ortasında kesilir ve John G. Bennett’e (Gurdjieff’in edebi vasiyet hükümlerini yerine getirenlerden biri) göre Gurdjieff’in yazdığı son şeydir. Gurdjieff Avrupa’da ve özellikle öğrencisi ve arkadaşı A. R. Orage ile Amerika’da gruplarla yürüttüğü çalışmasının yanı sıra on yıllarca süren araştırmalarından gelen otobiyografik malzemeden yararlanarak “gerçekte var olan dünyanın” temsilini kavrayabilmek için gereken uygulamalardan, mücadelelerden ve yoğun acıdan üstü kapalı şekilde bahseder.
Life Is Real Only Then When “I Am” ilk olarak Jeanne de Salzmann’ın önsözü ve Valentin Anastasieff’in giriş notuyla New York’ta Triangle Editions tarafından 1975’te 170 sayfa halinde özel olarak basılmıştır. Fransızca 1976 baskısından ilave 10 sayfa içeren 2. baskı ilk olarak New York’ta Triangle Editions tarafından 1978’de 177 sayfa halinde özel olarak basılmıştır. Routledge & Kegan Paul tarafından 1981’de, Dutton tarafından 1982’de ve son olarak da kağıt kapaklı baskıyla Penguin Arkana tarafından 1991’de tekrar yayınlanmıştır.
Gurdjieff’in Yazıları: Ekler
Views from the Real World: Early Talks in Moscow, Essentuki, Tiflis, Berlin, London, Paris, New York and Chicago As Recollected by His Pupils. (Gerçek Dünyadan Manzaralar: Öğrencilerinin Hatırladığı Moskova, Essentuki, Tiflis, Berlin, Londra, Paris, New York ve Chicago’daki Eski Konuşmalar) Jeanne de Salzmann’ın önsözüyle. New York: Dutton, 1973, 284 sayfa; Londra: Routledge & Kegan Paul 1973, 284 sayfa; Yeni bir girişle kısaltılmış halde, New York: Dutton, 1975, 276 sayfa; Londra: Routledge & Kegan Paul 1976, 276 sayfa, Londra ve New York: Arkana, 1984, 276 sayfa.
Gurdjieff’in 1914-1930 yılları arasında yaptığı kırk konuşmanın notları (kağıt kapaklı baskıda otuz dokuz konuşma). Kağıt kapaklı baskının önsözünde şu belirtilir: “Konuşmalar Essentuki’de 1917’den itibaren tüm bu toplantılarda hazır bulunan ve bu yüzden doğruluklarını garanti edebilen Madam de Hartmann’ın yardımıyla karşılaştırılmış ve tekrar gruplandırılmıştır.” Bu notlar Gurdjieff’in içinden geldiği ve koruduğu sözel geleneğin doğasında bulunan akıcı ve ‘araştırma gerektiren’ bir yaklaşımın çok önemli kayıtlarını içerir. Onun yazılarını bütünlemekte ve sadece bilgi olarak kavranmaması ama uygulanması gereken bir öğretiye dair bir anlık bir görüş sağlamaktadırlar. Ayrıca “Glimpses of the Truth” (Gerçeğe Dair Anlık Görüşler) başlıklı Gurdjieff’le yapılan ve Ouspensky’nin 1915’te ilk olarak okuduğu ve In Search of the Miraculous (Mucizevi Olanın Peşinde) adlı kitabında alıntı yaptığı bir konuşmayı aktaran bir makaleyi de içerir.
In Search of the Miraculous: Fragments of an Unknown Teaching. (Mucizevi Olanın Peşinde: Bilinmeyen Bir Öğretinin Parçaları) P. D. Ouspensky. New York: Harcourt Brace; 1949, 399 sayfa, indeks; Londra: Routledge & Kegan Paul, 1950, 399 sayfa, indeks; bir çok kez kağıt kapaklı baskıyla tekrar yayınlanmıştır.
Gurdjieff’in Moskova’da, St. Petersburg’da ve Essentuki’de 1915-1918 yılları arasında yaptığı konuşmaların bu kesin ve canlı kaydı, P. D. Ouspensky tarafından 1925’te Gurdjieff’in onayıyla kaleme alınmıştır. En eski müsvedde 1925’ten kalmadır ancak Ouspensky, gruplarına okunduğu 1930’lara kadar bu müsveddenin üstünde çalışmaya devam etmiştir. Belki de kendisi hayattayken ‘sistem’ hakkında hiçbir bilginin yayınlanmasına izin vermediği için 1947’de ölümüne kadar onun kararına uygun olarak yayınlanmamıştır. Hemen hemen tamamlanmış müsvedde Madam Ouspensky tarafından Gurdjieff’in dikkatine sunulmuş ve onun cesaretlendirmesiyle 1949 sonbaharında yayınlanmıştır. Yer yer paralellikler gösterse de, söylev ve diyalog biçimi Gurdjieff’in Beelzebub’s Tales’deki epik mitolojileştirmesiyle çarpıcı bir tezat oluşturmaktadır.
Film Uyarlaması
Meetings with Remarkable Men: a film directed by Peter Brook [and Jeanne de Salzmann]. (Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar: Peter Brook [ve Jeanne de Salzmann] tarafından yönetilen bir film.) New York: Remar Productions, 1979, [1 saat 50 dakika]; değişik alt başlıkla VHS Video sunumu, Gurdjieff’s Search for Hidden Knowledge. (Gurdjieff’in Gizli Bilgiyi Araştırması) New York: Society for the Study of Myth and Tradition, 1997, bir Parabola Video Sunumu.
Jeanne de Salzmann ile yakın iş birliği içinde çekilen film, Gurdjieff’in otobiyografisinde anlatılan, çok eski bilgelik gelenekleriyle ve insan hayatının amacına dair kesin bir anlayışla temas kurmak için gençliğinde Orta Doğu’da yaptığı araştırmaları kapsar. Film Gurdjieff Hareketleri’nin dikkat çekici bir gösterimi ile sona erer, bu onların kamuya açık tek orijinal gösterimidir.

"Aşağıda ki yazı felsefe forumundan alınmıştır."

"İnsanlar uyumaktadırlar ve bunu kabul etmezler.Bütün insanlar sadece makinedirler, bütün faaliyetleri mekaniktir.Psıkoloji insanlarla ilgilidir, makinelerin incelenmesi için psıkoloji değil mekanik bilimi gerekir.Bir makine kendini tanıyamaz, tanıdığında mekine olmaktan çıkar. İnsan hareketlerinden sorumludur, makine değildir.İnsanın başlıca yanılgısı, yapmaya muktedir olduğuna dair inancıdır.Ancak bunu insanlara söylediğinizde inanmayacaklardır ve onlara düşmanca ve nahoş gelecektir. Özellikle de gerçek olduğu için düşmanca gelir.Herkes hiç bir şeyin yapılması gerektiği gibi yapılmadığını iddia eder. Aslında her şey yapılabileceği tek şekilde yapılmaktadır, eğer tek bir şey değiştirilebilseydi her şey buna bağlı olarak farklı olabilirdi.Her şey başka şeylerle bağlantılıdır.İnsan bir çok BEN sahibidir.Her insanın içinde 5-6 bazen daha çok ama sınırlı sayıda BEN vardır. Bunlardan her biri yönetimi ele aldığında kendinin asıl BEN olduğunu yani EFENDİ olduğunu sanır ve diğer benlere ait en ufak bilgisi olmaz.İnsanda bu BEN değişimlerini kontrol edecek hiç bir şey yoktur. İnsan&makine bu durumu fark etmemekte, bilmemektedir.Benler, rastlantıların gücü ile veya mekanik olan dış dürtüler tarafından yaratılmışlardır.Eğitim, taklit, okuma, dinin uyuşturuculuğu, sınıflar, gelenekler, yeni sloganların cazibesi dış tesirlerdendir.İnsanın bireyselliği yoktur, bir tek büyük BEN sahibi değildir, birçok kendini ben sanan benlere bölünmüştür.Her bir küçük ben kendini BÜTÜN adına çağırmaya yetkilidir; anlaşmaya, anlaşmamaya, söz vermeye, kararlar almaya muktedir ki, sonradan bütün diğer benler bunların sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalalacaklardır.Her küçük ben’in imzaladığı çeklerin ve akitlerin sorumluluğunu yüklenecek olması, insanın yani Bütün’ün trajedisidir.Çoğu zaman insanın ömrü küçük tesadüfi benlerin imzaladığı akitlerin gereğini yerine getirmek yükümlülüğü ile geçer.Her insanın sınırlı “rol” repertuarı vardır ve bunun dışında bir role zorlandığında kendini kısa sürede huzursuz ve rahatsız hisseder ve kendi repertuarındaki herhangi bir role dönmek için büyük çaba harcar. Döndüğünde gerilim biter ve rahatlık (uyuma hali) başlar.İnsan repertuarı dışındayken “üşür, utanır ve herkesten kaçmak ister.”Burada SEÇİM zorunluluğu gelir! İnsan rahatı mı seçecektir yoksa kendi üzerinde çalışıp huzursuzluğu mu? İnsan hapishanededir ancak bunun farkında değildir. Farkına varan her aklı başında kişi hapisaneden kaçmak ister, kaçmak için tünel kazmak lazımdır. Bunun dört gerekli şartı vardır;a) Özgür olmadığını, hapishanede olduğunu kabul etmek.b) Evvelce hapisaneden kaçabilmiş kimselerden yardım almak.c) Kaçış organizasyonu asla tek kişi olarak gerçekleştirilemez. Bir grup çalışması elzemdir.d) Büyük bir çalışma ve çaba gereklidir : “belirli bir amaca yönelik şuurlu çabalar”22.İnsan yeterince yöntemli ve kararlı ise bir alışkanlığını değiştirebilir. Ancak ; Bir kimse kendi üzerinde çalışıyorsa o kimse mümkün olabilecek ek değişiklikleri hesaba katmalı ve bunları önceden düşünmelidir. (Kendi üzerinizde değişikliğe muvaffak olduğunuz her husus, değişmesini belki de arzu etmediğiniz alışkanlık ya da karakter özelliklerinizi etkiler ve siz farkına varmadan devreden çıkar ya da beklemedikleriniz devreye girer.)Ya da ! Değişmek isteyen fazlalıklarını “terk” etmelidir.İnsanların feda etmeleri gereken en önemli şey “ıstıraplarıdır”. İnsan öyle yapılmıştır ki ; ıstıraba olduğu kadar asla başka şeye o kadar çok bağımlı değildir. Zevklerden daha kolay feragat edilir.Istırap olmadan birşey kazanılmaz ama ayni zamanda insan ıstırabını feda ederek işe başlamalıdır.Kaynaşma ve içsel birlik (vahdet); sürtüşme ile “evet” ve “hayır” arasındaki mücadele ile elde edilir. (evet ya da hayır seçeneklerinden biri doğru cevap değildir, mücadele doğru yolda oluşun işaretidir.)Ancak bu mücadele yanlış bir taban üzerinde cereyan edebilir ve bu yanlış ve natamam bir kristalizasyondur. Bu insan daha fazla gelişme imkanına sahip olamıyacaktır.Gelişme imkanını yeniden sağlamak için o insan tekrar eritilmelidir; bu ise sadece korkunç ıstırap ile mümkündür.Evet ve hayır arasındaki mücadele “hemen değerli bir şeyi feda etmekle” başlatılabilir. Bununla beraber sonsuza kadar değil! Kristalizasyon elde edildikten sonra “feragatler, mahrumiyetler ve feda etmeler” artık gerekmez. Bundan sonra insan neyi isterse ona sahip olabilir. Artık onun için yasalar yoktur, o kendi başına bir yasadır.Yollar (tekamüle giden), gündelik hayatın karşısında olup başka ilkelere ve yasalara dayanmaktadır.Dördüncü yolda imana gerek yoktur, aksine her çeşit iman dördüncü yolun karşısındadır.Yolu arayan insan, yolu bilen ilk insana rastladığı ana “ilk eşik” ya da ilk adım denir. İlk eşikten itibaren “merdiven” başlar. Merdiven süresince kişi her şeyden; yoldan, rehberden ve kendinden şüphelidir, hiç bir şey sabit değildir. Bazen aşağılara düşer ve yeniden başlaması gerekebilir.Fakat son basamağı geçtiği anda yola girdiğinde rehbere karşı şüpheleri ortadan kalkar ama aslında ona ihtiyacı eskisinden çok azalır. Bir çok bakımdan bağımsız olur ve nereye gittiğini bilebilir. Çalışmasının sonuçlarını artık kolaylıkla kaybedemez. Yolu terk etse bile başladığı yere dönmeyecektir.Dördüncü yolda merdiveni çıkmak için koşul; İnsanın kendi yerine bir başkasını yerleştirmeden bir üst basamağa geçemiyeceğidir. Böylece insan yükseldikçe kendini izleyenlere daha da bağımlı olur. Onlar durursa O da durur.Öğrenci ne derece yüksekse, öğretmen de o derece yüksek olabilir. Aslında öğrenci öğretmenin seviyesini hiç göremez ve ne derece aşağıda iseler o derece yüksek bir öğretmen isterler. (Genellikle insanın kendisi beş para etmediği halde İsa’nın öğretmenliğinden başkasını istemez.) daha aşağısına razı değildir.Öğretmen ve öğrenci birbirine muhtaçtır. İnsan aldığını derhal vermelidir, ancak bu şekilde daha fazlasını alabilir. Aksi halde kendisine verilmiş olanda ondan alınacaktır.Subjektif yol, okul yolundan geçer.Objektif yol, sade vatandaşın yoludur. Onlarda tekamül eder, ne var ki onların yolu çok gereksiz tekrarla dolu olarak çok uzun olabilir.Kendi kendini inceleme, kendini bilmeye götüren çalışma veya yoldur.Bilgi herkesin yolu olamaz ve çoğunluğa mal edilemez. Kanun böyledir. Bilgi de maddedir ve daima sınırlıdır. Eğer bilgi madde ise; “Belli bir yerde ve belli bir zamanda belirli miktarda mevcut demektir. Belli bir devre süresince örneğin 100 yıl boyunca insanlığın tasarrufunda belirli miktarda bilgi vardır.Bilgi ve varlık seviyeleri dengeli olmalıdır; insanın gelişmesinin üzerinde cereyan ettiği iki çizgi vardır: “bilgi” ve “varlık” çizgileri. Doğru tekamülde her iki çizgi birbirlerine paralel olarak, birbirlerine yardımcı olarak gelişirler. Bunlardan biri daha uzun olursa insanın gelişmesi yanlış olur; er ya da geç gelişme durur.Eğer bilgi varlığı aşarsa, o insan bilir ama yapma gücüne sahip değildir. Bu yararsız bilgidir. Varlık bilgiyi aşarsa, o insanın yapma gücü vardır ama neyi yapacağını bilemez. Kazandığı varlık gayesiz hale gelir ve onu kazanmak için gösterdiği çabaların yararsız olduğu görülür.Bilgi başka şeydir anlama başka şeydir. Anlama bilginin varlık ile ilişkisine bağımlıdır. Anlama, bilgi ve varlığın bileşkesidir.İnsan sadece kendini incelemenin ve müşahadenin değil fakat kendisini değiştirmek amacıyla kendi üzerinde çalışmanın gerekli olduğunu anlamalı “her şeyi bir bütün halinde BAŞKALARININ ONU GÖRDÜĞÜ GİBİ kendisini bütünüyle görmelidir.”Bu amaçla insan, hayatının farklı anlarına, farklı duygusal durumlarına ait kendisinin “mantal fotoğraflarını” çekmeyi öğrenmelidir.Eğer bir insan bir şeyi hatırlarsa onun için hatırlanması daha önemli olan diğer on şeyi unutur. Ve özellikle kendisi ile ilgili olan şeyleri, belki evvelce çektiği o “mantal fotoğrfları” kolaylıkla unutur.Dünyada cereyan eden büyük çaplı her olay dışardan yönetilir; Ya tesirlerin raslantı eseri olan bileşimleri veya genel kozmik kanunlar tarafından yönetilir.İnsanların her şeyden çok sessizlikten korktukları, konuşma eğilimimizin kendini savunmadan kaynaklandığını ve daima bir şeyleri görmekten, kendine bir şeyleri itiraf etmekten kaçınma temeline dayandığı açıkça görülmelidir.Gerçek sanatta raslantı eseri olan hiç birşey yoktur. Gerçek sanat matematiktir. Ondaki herşey hesaplıdır ve önceden bilinebilir. Sanatkar, vermek istediğini bilir ve anlar; Eseri, ayni seviyedeki insanlar üzerinde daima ve matematiksel bir kesinlikle bir ve aynı izlenimi doğuracaktır.İnsanlara yardımcı olmak için, kişi önce kendine yardımcı olmayı öğrenmelidir. Pek çok insan başkalarına yardım etme düşünce ve duygularına, sadece tembellikten dolayı kapılmaktadır. Onlar kendileri üzerinde çalışamıyacak kadar tembeldirler ve ayni zamanda başkalarına yardım etmeye muktedir olmak onlara büyük zevk vermektedir. “kendi kendine samimiyetsizlik”İnsan hak etmeden haz elde ederse, insanın bunu muhafaza edememesi ve bu hazzın ıstıraba dönüşmesi sebebiyle gereklidir. Ama bütün mesele, hazzı elde edebilmek ve onu muhafaza edebilmektir. Bunu yapabilen bir kimse için öğrenecek hiç bir şey yoktur. Ancak bu yol ıstıraptan geçer. Hazdan istifade edeceğini sanan kimse çok yanılır ve eğer kendisine karşı samimi olabilirse, bunu göreceği an gelecektir.Duygular alanındaki vicdan kavramı, düşünce alanındaki şuur kavramının muadilidir.Alemin ve insanın böyle paralel biçimde incelenmeleri, öğrenciye, her şeyin temeldeki birliğini gösterecek ve onun farklı düzenlerin fenomenlerinde analojiler bulmasına yardım edecektir.Gerek alemde, gerekse insandaki bütün süreçleri yöneten temel kanunların sayısı çok azdır. Az sayıdaki basit kuvvetlerin farklı sayısal bileşimleri, olayların görünen çeşitliliğini yaratmaktadır.Evrenin mekaniğini anlamak için, karmaşık fenomenleri, bu basit kuvvetlerle çözümlemek gerekmektedir.Subjektif insan için kötülüğün hiç mevcut olmadığı, sadece farklı iyilik kavramlarının var olduğu söylenebilir. “Hiç kimse herhangi bir şeyi kasıtlı olarak kötülük için, kötülük olsun diye yapmaz.” Herkes iyilik uğruna, onu anlayışına göre hareket eder. Fakat iyiliği farklı şekillerde anlar.Uyanma, insanın hiç bir yere varamıyacağını ve nereye gideceğini bilmediğini idrak etmesiyle başlar.Birliğin çokluğa dönüşüm kanunlarını incelemeden önce, bütün evrenlerin tüm çeşitlilikleri veya birlikleri içerisinde bütün olayları yaratan temel kanunu incelemeliyiz.Bu, “Üç prensip” ya da “Üç kuvvet” kanunudur. Bu kanun, hangi mikyasta olursa olsun, hangi alemde cereyan ederse etsin, molekül seviyesindeki olaylardan kozmik olaylara kadar, farklı ve birbirlerine karşı “Üç kuvvetin bileşimi ve karşılaşmasıdır.”İlk kuvvete aktif veya müsbet...İkinciye pasif ya da negatif...Üçüncüye ise etkisiz kılan kuvvet... Denilebilir.İlk iki kuvvet çağdaş düşüncenin bildiği kanunlardır. Fakat genelde üçüncü kuvvet müşahadeyi ve anlayışı yöneltmek için kolayca ulaşılabilir değildir. Bunun nedeni, insanın mutad psıkolojik faaliyetinin fonksiyonel sınırlanmasında ve olaylar dünyasına ait algımızın temel kategorilerinde, yani “mekan” duygumuzda ve söz konusu sınırlamalar sonucunda doğan “zaman” duygumuzda aranmalıdır.Üçüncü kuvvet, gerçek alemin malıdır. Müşahademize giren subjektif alem veya olaylar alemi, sadece nispi olarak gerçektir, her halde tamam değildir.Evrenin bundan sonraki temel kanunu yedi kanunu veya oktavlar kanunudur. Bu kanunun anlamını kavramak için, evreni titreşimlerden meydana gelmiş olarak kabul etmek gerekir. Bu titreşimler, evreni oluşturan maddenin, en incesinden en kabasına kadar, bütün çeşit, safha ve yoğunluklarında faaliyet göstermektedir. Çeşitli kaynaklardan çıkmakta ve birbirleriyle kesişerek, çarpışarak, güçlendirip, zayıflatarak, durdurarak çeşitli yönlerde ilerlemektedirler. (Hoca burada sanırım Kuantum fiziği yani dalga/parçacık fonksiyonunu tarif etmektedir.)Fiziğin temel görüşlerinden birisi “Titreşimlerin sürekliliğidir”. Bu konuda kadim bilginin görüşü farklıdır; Zira kadim bilgi, titreşimler anlayışının temeline “Titreşimlerin süreksizliği” ilkesini yerleştirmiştir.Alem Kuvvet OktavMUTLAK 1 DOBÜTÜN ALEMLER 3 SİBÜTÜN GÜNEŞLER 6 LAGÜNEŞ 12 SOLBÜTÜN GEZEGENLER 24 FAARZ 48 MİAY 96 REMUTLAK hiç bir şey DO64.Burada Sonsuz döngüyü oktavlarla izah eden önemli bir şekil var ancak buraya çizemedim. 65.Eğer oktavlar kanunun bütün anlamını kavrayabilirsek, bu, bize bütün hayatın, tarafımızdan müşahade edilen evrenin tüm planlarındaki fenomenlerin yeni bir açıklamasını verir. Bu kanun, doğada niçin doğru çizgiler bulunmadığını, niçin düşünemediğimizi ya da yapmaya muktedir olamadığımızı, niçin bize ait her şeyin düşünüldüğünü, niçin bizimle ilgili her şeyin varit olduğunu ve niçin genellikle istediğimize ve beklediğimize zıt bir yönde cereyan ettiğini açıklar. Bütün bunlar, ‘entervallerin’ açık ve dolaysız sonuçları, ya da titreşimlerin gelişmesindeki gecikmelerdir.66.Titreşimlerin gecikmeleri anında kesinlikle olan nedir? Asıl istikametten bir sapma meydana gelir. Oktav önce doğru istikamette ilerlemeye başlar;DO------------RE-----------MİFakat mi ile fa arasında bir sapma oluşur(artış gecikmesi). FA ya geçerken yön sapar;FA SOL LA Sİ Si ve Do arasında ikinci enterval yer alır, doğru yeniden yön değiştirir;Tablonun bir süre sonra daireyi tamamlayacağı görülüyor, başladığımız yere geri dönüyoruz.67. Oktavlar Kanununun yardımı ile, şeylerin ilerlemelerini, yön değiştirmelerini her şeyde müşahade edebiliz. Belli bir enerjik faaliyet veya güçlü duygu ya da doğru anlayış devresinden sonra, bir tepki oluşur, çalışma sıkıcı ve yorucu hale gelir. Duyguda yorgunluk ve ilgisizlik anları belirir, doğru düşünme yerine, uzlaşma yoluna gitme çabaları, baskı ve güç sorunlardan kaçış başlar. Fakat çizgi şimdi ayni istikamette değil ama gelişmeye devam etmektedir. Çalışma mekanikleşmekte, duygu gittikçe zayıflamakta, günün genel olayları seviyesine inmektedir. Sonra tekrar duruş ve farklı ilerleme, kırgınlık, nefret, kaale almama gibi ayni düşünce ve duygular arasında dönüp durur. Ve bulunmuş olan çıkış yolu giderek daha ve daha kaybolur.(bilim,sanat,felsefe,din ve fertlerin günlük faaliyetlerinde ayni şeyleri kolayca görmek mümkündür)68.Şayet oktav arası titreşimlerin azaldığı anlarda ilave şoklar yaratılabilirse doğru, yön değiştirmeden devam edebilir. Herhangi bir yerden kendiliklerinden gerekli anlarda gelen tesadüfi ‘şoklar’ ümitleri ile avunmak, doğaldır ki mümkün değildir. Böyle bir durumda,insana iç eğilimlerine ‘inançlarına ve eğilimlerine ters düşse bile’ yel nereden eserse oraya gitme, ‘nehrin akışı içinde yüzme’ ya da başarısızlığı ile kendini uzlaştırarak yeniden yapmaya başlama seçeneği kalmaktadır.69.Veya faaliyetinin bütün çizgilerinde ‘entervallerin’ zamanını tanımayı ve ‘ilave şokları’ yaratmayı, diğer bir ifade ile kozmik kuvvetlerin gerekli anlarda, ‘ilave şokları’ yaratmada faydalandıkları yöntemi kendi faaliyetlerine uygulamayı öğrenebilir."